2 Aralık 2015 Çarşamba

Felsefe Akımları-MERKEZÎ FELSEFİ AKIMLARIM

Bilgi Felsefesi Nedir?

(Epistemoloji Nedir?)


Tarihsel Bakış


Bilgi edinme, bilme ve öğrenme insanın en temel güdülerinden ve onu diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerindendir. Bu güdüler, insanın ortaya çıkmasından itibaren her yerde ve her zamanda insanın aktivitelerini temelden etkilemiştir. Yani bilgi edinmenin, dolayısıyla da bilginin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir.

Felsefenin ilk ortaya çıktığı dönemlerde (M.Ö. 7. yüz yıl; Yunan düşüncesi) insanlar ilgilerini bilginin öznesine değil, nesnesine yoğunlaştırmışlardır. Bu da demektir ki felsefenin ilk dönemlerinde insanlar "bilen özne" ile değil de "bilginin konusu olan nesne" ile ilgilenmişlerdir.


Miletos Okulu'nun kurucusu olan Thales, her şeyin arkhesinin, yani ana maddesinin "su" olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde Anaksimandros, her şeyin arkhesinin sonsuz ve sınırsız olan "aperion", Anaksimenes ise "hava" olduğunu söylemişlerdir.

İşte bunlar, nesne üzerine yoğunlaşan ve yorum yapan düşünce insanlarıdır.

Herakleitos, Parmenides, Demokritos ve Anaksagoras gibi ilk dönem Yunan filozofları bilginin imkanı, kaynağı, sınırları ve ölçütlerine ilişkin ilk soruları, şüpheleri ve tartışmaları ortaya çıkarmışlardır.

Sonuç olarak "bilgi" konusunun, felsefî düşüncenin gündemine gelmesi; sofistler, Sokrates ve onu takip eden Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların döneminde olmuştur.

Bilgi felsefesinin tarihsel gelişimine biraz göz gezdirdikten sonra, şimdi bilgi felsefesinin içeriğine değinilebilecektir.

Genel Hatlarıyla Bilgi Felsefesi

Bilgi Teorisi veya Epistemoloji Nedir?

Bilgi teorisi, bilgi felsefesi veya bilgi kuramı; öncelikle bilginin imkanı ve imkansızlığına ilişkin konuları ele almaktadır. Yani bilgi felsefesinin temel konusu, bilginin mümkün olup olmadığıdır.

İnsanın kendi bilgi yetilerinden ya da araçlarından, duyularından, algılarından, gözlem ve deney yapabilme kabiliyetinden şüphe etmeye başlaması oldukça ileri bir bilinç ve birikim seviyesi gerektirmektedir.

Yunan düşüncesinde bilgi yetileri uzun süre kullanılıp sınandıktan sonra sofistlerle birlikte ilk kez ciddi ve sistemli olarak insan, eşyayı kendisinde olduğu gibi bilip bilemeyeceğini kendine sormuştur.

Bilginin İmkanı, Bilginin Mümkünlüğü

Bilgi teorisinin ilk sorusu, bilginin mümkün olup olmadığıdır. Bu soruya olumlu olarak cevap verenler, yani bilginin mümkün olduğunu savunanlar felsefe tarihinde "dogmatik filozoflar" olarak bilinmektedirler. Dogmatiklerin aksine bilginin mümkün olmadığını düşünen filozoflara ise felsefe tarihinde genel olarak "şüpheciler" ya da "septikler" denilmektedir.

Şüpheci filozoflar, dogmatik filozofların bilgi üzerine ortaya koydukları iddiaları, bu iddiaların temelinde bulunan dayanak ve ölçütlerini çürütmek suretiyle reddetmeye çalışmaktadırlar.




Bilginin Kaynağı ve Ölçütleri Nelerdir?

Bilgi felsefesinin problemlerinden birisi de bilginin kaynağı ve ölçütleri problemidir. "Bilgi elde etmede zihin mi daha etkindir, yoksa zihnin dışarıdan aldığı veriler mi?" gibi sorular, bilgi teorisinin kaynak ve ölçüte ilişkin sorularından birisidir.

Bilgi edinme sürecinde insan, genel anlamda kendisinin 2 temel özelliğinden yola çıkarak hedefe varmaya çalışır. Bu özellikler; insan aklının düşünme ve duyuların algılayıp gözlemleyebilme yetisidir. İşte bilgi felsefesi tam da bu noktada, "bilgide bunlardan hangisinin rolü daha fazladır?" sorusunu sormaktadır.

Felsefe tarihine bakıldığında bu sorulara verilen cevapların, aklın kendi kendine bilgiyi elde ettiğinden, sadece duyular vasıtasıyla bilgi elde edilebileceğine kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını görebilmek mümkündür.

Bütün bunların yanında bilginin elde edilmesinde duyuları ve zihni eşit değerde bulan, bunların her ikisini de yanıltıcı gören, doğru bilgiyi reddeden, bilgiye ulaşılamayacağını öne süren görüşler de bulunmaktadır.

Bilginin ana kaynağı olarak akıl yürütme ve düşünceyi görenler "akılcılar (rasyonalistler)", duyu, gözlem veya deneyler üzerinde duranlara ise "deneyciler (ampiristler)" denir. Bu akımların isimleri ise "akılcılık (rasyonalizm)" ve "deneycilik (ampirizm)" olarak adlandırılır. Akılcı filozoflardan bazıları Platon, Descartes, Spinoza ve Leibniz; deneyci filozofların bazıları ise Epikuros, Locke, Hume, Condillac ve Comte gibi isimlerdir.


Bilginin Alanı, Kapsamı ve Sınırları Nelerdir?

Bilginin yalnızca duyularımız veya gözlemlerimizle elde edildiğini düşünen bir filozof için bilginin alanı, duyular veya algılarımızla kavrayabileceğimiz alanla sınırlıdır. Yani bu filozof için duyusal olmayan bir şeyin bilgisi mümkün değildir. Buna karşılık olarak insan zihninin duyulardan bağımsız olduğunu düşünen bir filozof, duyusal olmayan bir alanın varlığını ve bilgisini kabul etmekte bir sıkıntı çekmeyecektir. Bu alan, mesela fizik-ötesi varlıkların alanıdır. Bu varlıklar tanrı, ruh ve gelecek hayat gibi varlıklar ve varlık alanlarıdır.

Genel anlamda hiçbir filozof ve "bilgelik peşinde koşmak" anlamında felsefenin kendisi, insan bilgisine sınırlar koymak ve bilgiyi sınırlandırmak istemeyecektir; çünkü bilginin sınırlandırılması demek, felsefenin de sınırlandırılması olacaktır.

Bu bağlamda Platon, Aristoteles, Farabi ve Hegel gibi filozoflar insan bilgisinin sınırlarının olmadığını savunmuşlar ve felsefeye destek çıkmışlardır.

Bu filozoflara göre insan sahip olduğu bilgi yetileriyle tanrı, ruh, evrenin özü ve kader gibi konuların felsefi açıklamalarını yapabilir durumdadır. İnsan doğrunun ve güzelin ilkelerini ortaya koyabilir. Bütün bunların ışığında onlara göre, "metafizik mümkündür" denilebilir.

Bunlara karşılık olarak Kant, Comte ve Peirce gibi bazı filozoflar farklı tarzlarda olmak üzere her şeyin bilgisinin mümkün olmadığını, sadece bazı şeylerin kesin bilgisinin mümkün olduğunu söylemişlerdir.

Bir grup filozof ise felsefenin kendisine özgü bir bilgi alanının olmadığını, onun yalnızca "önermelerin anlamını açıklığa kavuşturmak" olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu filozoflar, felsefe tarihinde "Viyana Cephesi Hareketi" olarak bilinmektedir. Bu ismin kaynağı, bu filozofların kendi görüşlerini 1920'li yıllarda Viyana çevresinde geliştirmeleridir. Viyana Cephesi Hareketi'nin içinde yer alan filozoflardan bazıları Carnap, Schlik ve Ayer gibi çağdaş filozoflardır. Bu hareket bir başka isimle de "Mantıkçı Pozitivizm" veya "Yeni Pozitivizm" olarak bilinmektedir.




Bilgi Kuramının Temel Soruları Nelerdir?

Bilgi kuramının temel soruları iki grupta toplanabilir:

1) Bilginin değerine ilişkin sorular; “Doğru bilgiye ulaşmak mümkün müdür?”,

“Bilgimiz kesin midir?”, “Eğer bilgimiz doğru bilgi ise bunun ölçütü nedir?” gibi sorulardır.

2) Bilginin kaynağına ilişkin sorular; “Bilginin kaynağı nedir?”, “Bilgilerimizin kaynağı deney mi, akıl mı yoksa sezgi midir?” gibi sorulardır.

Bilgi kuramının temel soruları arasında “Doğru bilginin ölçütü nedir?” sorusu önemli bir yere sahiptir. Bu soruya birbirinden farklı yanıtlar verilmiştir. Verilen bu yanıtlardan bazıları şöyle sıralanabilir:

“Akla dayanan bilgi doğru bilgidir.” (rasyonalizm = akılcılık)
“Deneye dayanan bilgi doğru bilgidir.” (amprizm = deneycilik)
“Yarar sağlayan bilgi doğru bilgidir.” (pragmatizm = faydacılık)
“Olguya dayanan bilgi doğru bilgidir.” (pozitivizm = olguculuk)
“Sezgiye dayanan bilgi doğru bilgidir.” (entüisyonizm = sezgicilik)
“Fenomeni dile getiren bilgi doğru bilgidir.” (fenomenoloji = görüngü bilim)

Görüldüğü gibi yukarıda sıralanan önermelerin her biri bilginin kaynağı konusunda farklı yaklaşımları dile getirmektedir.

Doğru Bilginin İmkânı

İlk Çağ'da insanlar, duyu organları aracılığı ile ulaştıkları her bilgiyi doğru kabul etmişlerdir. Bu dönemde insanlar; insan zihninden bağımsız bir gerçekliğin olduğuna, insan zihninin bu gerçekliği kesin olarak bilebileceğine ve bu bilgiyi duyularla elde edebileceğine kesin olarak inanmışlardı. Bilginin kaynağı yalnızca duyu organlarına dayandırıldığı için buna "naiv ampirizm"(yöntemsiz ve sistemsiz bir ampirizm) denilmiştir. Bu dönemde bilgi felsefi bir sorun olarak görülmemiştir. Bunun yerine varlığın bilgisini elde edilmeye çalışılmıştır.

Bilgi konusuna kayıtsız kalma modern felsefe döneminde son bulmuştur. Bu dönemde bilgi kuramı başlı başına bir felsefi disiplin haline gelmiştir. İnsanlar bilgi üzerine düşünmeye başladıklarında karşılarına şu türden sorular çıkmıştır: “İnsan; varlığı ve nesneleri gerçekten bilebilir mi?”, “Bilgi nesneyi doğru olarak yansıtır mı?”, “Bilgi kesin olabilir mi?”, “Bilgi kesin olabilirse ölçütü nedir?”. Bu ve benzeri sorular üzerinde düşünmek demek bilginin değerini araştırmak demektir. Öte yandan bilginin değeri üzerine geçerli ve tutarlı şeyler söyleyebilmek, bilginin nereden kaynaklandığını ve nasıl doğduğunu sorgulamayı gerektirmiştir. Bu gereklilik de şu soruları ortaya çıkarmıştır: “Bilgimiz nasıl oluşuyor?”, “Bilgimizin oluşmasında rol oynayan etkenler nelerdir: akıl mı, deney mi, sezgi mi yoksa başka bir şey mi?”, “Bilgi hangi kaynak ya da kaynaklardan doğmaktadır?” Bu ve benzeri sorunlar üzerinde düşünmek ise bilginin kaynağını araştırmak demektir.

İlk Çağ filozofları bilginin kaynağını sorgulamadan önce bilginin değeri, yani doğru ve kesin bir bilginin olup olmadığı sorunu üzerinde durmuşlardır. Filozoflardan bazıları doğru bilginin imkânsızlığını yani insanın gerçekliğin bilgisine erişemeyeceğini savunmuştur. Bu görüşe septisizm (şüphecilik) denir. Bazı filozoflar da doğru bilginin mümkün olduğu görüşünü savunmuşlardır. Buna da dogmatizm adı verilir.


Doğru Bilginin İmkânsızlığı

“Genel geçer doğru bir bilgi var mıdır?” sorusu İlk Çağdan bu yana sorulmuştur. Ancak bu dönemde filozoflar tüm varlıklara temel olan, tüm varlıkların kendisinden çıktığı ana maddenin ne olduğunu araştırmışlardır. Onun için antik felsefenin ilk dönemi doğa felsefesi olarak adlandırılır. Doğa filozoflarının, aynı konuda farklı sonuçlara ulaşmaları kuşkuculuğun ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Örneğin Thales'e göre, evrenin kendisinden çıktığı ana madde “su” iken Anaksimenes'e göre “hava”dır. Yine Herakleitos'a göre evrende sürekli bir değişim vardır, Parmenides'e göre evrende değişme yoktur. Filozofların aynı konuda farklı hatta çelişik sonuçlara ulaşmaları, insanların dış dünyanın bilgisini elde edemeyeceklerini düşünmelerine neden olmuştur.

Kuşkuculuk akımını etkileyen görüşleri kısaca belirtmekte yarar vardır. Bunlardan biri Zenon (M.Ö. 490-430)'a aittir. Zenon paradoks(çatışkı)ları diye bilinen, hareketin imkansızlığını gösteren “ok” kanıtı şöyledir: Atılan bir okun hareket ettiğini sanırız. Oysa ok, hedefe varmak için atılmış olduğu yer ile hedef arasındaki mesafenin her noktasını tek tek geçmek, yani ayrı ayrı her noktada bulunmak zorundadır. Bulunması demek ise Zenon'a göre durmak demek olduğundan, ok bütün bir uçuş süresince duruyor, yani hareket etmiyor demektir. Zenon'un bu kanıtı kuşkuculuk açısından önem taşır, çünkü o söz konusu kanıtıyla, insanların kesin olarak bildikleri bir konuda yani yaydan çıkan okun hareket ettiği konusunda kuşkuya düşmelerine neden olur.

Atomcu
filozof Demokritos (M.Ö. 460-360)'a göre de duyularla elde edilen bilgi ve dış dünyadaki somut varlıklar gerçekte var değildir. Gerçekte var olan şeyler yalnızca renksiz, kokusuz atomlardır. Atomlar ise algılanamaz, algılanamayacağı için de gerçek olan bilinemez.

Sofistlere göre de bilgilerin kaynağı duyumlardır. Duyum ve algılar ise özneldir. Kişiden kişiye değişir. Bu nedenle herkesin kabul etmesi gereken genel geçer doğrular yoktur. Sofist düşünürler Eski Yunan'da kentleri dolaşarak para karşılığı ders veren öğretmenlerdi. İnsanlara güzel konuşma ve politikada başarılı olmanın yollarını öğretiyorlardı. Sofist düşünürlerin en ünlüleri Protagoras (482-411) ve Gorgias (M.Ö. 483-375) dır. Protagoras'a göre “insan her şeyin ölçüsüdür.” Buna göre herhangi bir konuda genel geçer bir yargıda bulunamayız. Herkesin üzerinde uzlaşabileceği doğru ya da yanlış hiçbir şey yoktur. Gorgias ise; “1) Hiçbir şey var değildir. 2) Bir şey olsa bile, bilinemez. 3) Bir şey var olsa ve bilinebilse bile, bu bilgi başkalarına aktarılamaz.” görüşüyle genel geçer doğrunun olmadığını belirtmiştir.


Kuşkuculuk (Septisizm) Nedir, Ne Demektir?

Genel geçer doğru bilginin insan için olanaksız olduğunu dile getiren akıma, kuşkuculuk (septisizm) adı verilir. Bu akımın önde gelen temsilcileri, İlk Çağ felsefesinde Phyrrhon (Piron, M.Ö. 365 - 275), Timon (M.Ö. 320-230), Arkesilaus (M.Ö. 216-241) ve Karneades (M.Ö. 214-129)'tir. Septisizm denilince bilgi, varlık ve değerin var olduğundan şüphe eden ve bunların bilgisine ulaşılabileceğine kuşkuyla bakan felsefe anlaşılır. Bu anlayışa göre; duyularımızın bize sağladığı bilgi karmaşıktır, atlatıcıdır, değişkendir. Oysa doğru bilginin mutlak, açık ve genel geçer bir bilgi olması gerekir.

Şüpheyi bir sistem olarak ortaya koyan ilk filozof Phyrrhon'dur. Bu yüzden septisizme Pyrrhonizm de denir. Ona göre varlıkların bizzat kendilerini hiçbir zaman bilinemez. Biz, varlıkları yalnızca bize göründükleri şekliyle bilebiliriz ve bu görünüşlerin ötesine geçemeyiz. Varlıkların, nesnelerin ne oldukları insan için bilinmez bir konudur. Pyrrhon'a göre, bilgimizin kaynağı duyumdur. Duyumlar ise sübjektif (öznel) olup, kişiden kişiye farklılık gösterir. Dolayısıyla sübjektif duyumlardan hareketle, objektif (nesnel) bir gerçekliğin bilgisine varılamaz.

Phyrrhon'un bu görüşleri, daha sonra öğrencisi Timon ve Aenesidemos (Enesidemos, M.S. 1. yüzyıl) temellendirilerek ayrıntılı hâle getirilmiştir. Bu kanıtlardan bazıları şunlardır:

1. İnsanlarda bazı yapısal farklılıklar vardır.
2. Duyu organları, insandan insana farklılık gösterir.
3. Farklı koşullar özneyi farklı şekilde etkiler.
4. Nesnelerin yeri ve uzaklığı, duyumu olumsuz bir biçimde etkiler.
5. Yasaların, gelenek ve göreneklerin insanların üzerinde farklı etkileri olur.

Sıralanan bu nedenlerden dolayı, aynı şeyler farklı insanlara, farklı şekillerde görünebileceği için doğru bilgiye ulaşmak mümkün değildir.

Arkesilaus, duyular ve akıl yoluyla elde edilen bilginin genel geçer bilgi olduğuna inanmamız için kanıtın bulunmadığını savunur. Ona göre; “Doğru dediğimiz bilgiler gerçekten doğru değil, doğruya benzer bilgilerdir.” Karneades'e göre de “Doğru için elimizde güvenilir bir ölçüt yok, bütün bilgilerimiz yalnızca olasılık değerindedir, kesin bilgi değildir.”

Görüldüğü gibi septisizm, insan zihninin kesin bilgiye ulaşamayacağını, gerçeğin özünü bilemeyeceğini, bunun için herhangi bir konuda özellikle ana madde, tanrı, ruh gibi konularda olumlu yada olumsuz yargıda bulunmanın yersiz olduğunu ileri süren bir öğretidir.

Septisizm hakkında yanlış anlaşılmaları gidermek için birkaç noktanın açıklanmasında yarar vardır. Septisizm gerçeği bütünüyle inkâr etmek değildir. İnkâr etmek bir yargıda bulunmak olacağından septik filozoflar, hiçbir konuda kesin yargıda bulunmazlar. Ayrıca septik filozofların ileri sürdükleri görüşler gündelik olaylarla ve pratik işlerle ilgili değil, felsefi gerçeklikler ve ilkelerle ilgilidir.

Septiklerin şüphe anlayışını Descartes'ın şüphe yöntemiyle karıştırmamak gerekir. Çünkü septiklerde şüphe amaçtır; (doğru bilgiye ulaşma mümkün değildir) Descartes'ta ise doğru ve kesin bilgiye ulaşmak için bir araç ve yöntemdir. Descartes, insan için kesin ve mutlak bir bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu savunur. İşte söz konusu kesin ve mutlak bilgiye ulaşmak için, kuşkuyu bir yöntem olarak kullanır.

Günümüzde, bilim ve teknoloji hızla gelişmekte, her bilim dalı alanlarıyla ilgili sayısız doğru bilgi ortaya koymaktadır. Bunun sonucunda “Doğru bilgi mümkün müdür?” sorusu ortadan kalkmış ve septisizm bir felsefi öğreti olarak varlığını koruyamamıştır.


Doğru Bilginin İmkânı

Doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu güçlü ve mutlak bir inançla savundukları için, filozofların tavırları dogmatizm olarak ifade edilir. Doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu konusunda aynı tavrı benimseyen, bununla birlikte, bilginin kaynağı konusunda ayrılan, farklı düşünen bu görüşler şunlardır: rasyonalizm, ampirizm, kritisizm, pozitivizm, analitik felsefe, entüisyonizm, pragmatizm ve fenomenoloji.


Rasyonalizm (Akılcılık) Nedir, Ne Demektir?

Rasyonalizm (akılcılık, usçuluk) kavramını günlük dildeki anlamı ile felsefedeki anlamı farklıdır. Günlük dilde rasyonalizm; akıl ve mantık süzgecinden geçmemiş görüşleri kabul etmemek, önyargılardan ve duygusal saplantılardan arınmış olmak anlamına gelir.

Felsefede ise rasyonalizm, doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu savunan görüştür. Rasyonalizm; bilginin doğuştan gelen akıl ve onun bir görevi olan düşünme gücü ile meydana geldiğini benimser ve doğru bilginin kaynağını da duyularda değil, akılda gören öğretidir. Ona göre aklımız doğuştan birtakım ilkeler ve yetilerle donatılmıştır. Evreni oluşturan tüm nesneler hakkında kesin bilgi edinmemiz için yalnızca bu ilkelere uygun biçimde mantığımızı kullanmamız yeterlidir. Rasyonalistlere göre matematik ve mantık bilgileri akılsal (ussal) olduğu için, değişmeyen, herkes için doğru bilgilerdir. Filozoflar da aynı yöntemle evrenle ilgili tüm gerçekleri bilebilir.Felsefe tarihinde İlk Çağdan bu yana bilgi konusunda, temelde rasyonalist görüşü savunan ancak farklı yaklaşımları olan birçok filozof vardır.
 

Sokrates ve Rasyonalizm (Akılcılık)

Sokrates (M.Ö. 469-399)

Sokrates İlk Çağ felsefesinin çok önemli filozoflarından biridir. Kendisinin yazılı bir eseri yoktur. Düşüncelerini günümüze ulaştıran öğrencisi platon olmuştur. Sokrates yaz kış Atina sokaklarında dolaşır, herkesle her konuyu tartışırdı. “Sorgulanmamış yaşam yaşanmaya değmez.” sözünden yola çıkar ve her şeyin sorgulanması gerektiğini öğütler. Tartıştığı kişilere, değer yargılarına körü körüne inanmanın yanlışlığını göstermeye çalışırdı. Ona göre, “Erdem bilgidir.” Ancak her bilgi erdem değildir. Erdem olan bilgi, insanı kendisini gerçekleştirmeye ve mutluluğa götüren bilgidir.

Sokrates, tartışma yöntemi olarak diyalektik yöntemini kullanırdı. Bu yöntem maiotik (doğurtma) ve ironi (alay)den oluşur. Tartıştığı kişilerin özelliklerine göre yöntemleri kullanırdı. Hiçbir şey bilmediğini söyleyen kişilere, maiotik yöntemiyle aslında birçok şey bildiğini gösterir. Her şeyi bildiğini sanan kişilere de ironi yöntemiyle gerçekte bir şey bilmediğini gösterirdi. “Bildiğim bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözüyle ve sergilediği öğrenme ve bilgiye susamışlık haliyle karşısına aldığı kişilere gerçekte bilgisiz olduklarını işaret ederdi. Sokrates'in bu düşüncelerinde ebe olan annesinin etkisi olmuştur. Bunu şöyle ifade eder; “Annem, nasıl var olan bir bebeğin dünyaya gelmesine yardımcı oluyorsa öğretmen de öğrencisine yeni bir şey öğretmez; ancak onun aklında var olan bilgileri gün ışığına çıkarır. Çünkü bilgiler aklımızda doğuştan vardır.” Böylece kesin ve genel geçer bilginin var olduğunu ve bilginin doğuştan geldiğini savunur.


Farabi ve Rasyonalizm (Akılcılık)

Fârâbî (870-950)

Fârâbî Türk asıllı bir filozoftur. İslam felsefesinin kurucusu sayılan Fârâbî Aristoteles'in ve Plotinos'un görüşlerinden yararlanarak kendi sistemini kurmuştur. Felsefesinin amacı İslam dinini felsefi bir temele oturtmaya çalışmaktı.

Fârâbî'nin bilgi konusundaki görüşleri Aristoteles'in görüşleriyle uygunluk gösterir. Ona göre bilginin üç kaynağı vardır. Bunlar; duyu, akıl ve nazardır. Duyusal bilgiler duyu organları aracılığı ile alınan tekil olan bilgilerdir. Akıl sayesinde kendi iç dünyamızda olanları, zihin durumlarımızı gözlemleriz. Nazar ise doğuştan getirilen düşüncelere karşılık gelir. Derinliğine düşünmeyi ifade eden nazar yoluyla akılda doğuşta bulunan düşünceleri kavrarız. Duyu ve akıl doğrudan , nazar ise dolaylı bilgi verir. Duyu organlarıyla algılanan dış dünyaya ait tekil bilgiler doğru bilgiler değildir. Bu bilgiler sadece doğru bilginin malzemesini oluşturur. Tekil bilgiler nazar yani derinliğine düşünme, akıl yürütme yoluyla biçimlendirilerek genel kavramlara, yargılara dönüştürülür. Böylece kesin ve genel geçer bilgilere ulaşılmış olur.

Fârâbî'ye göre insan zihninde doğuştan getirilen düşünceler vardır. İnsan aklında bulunan sezgi gücü sayesinde bu düşünceleri kavrar. Sezgi, kesin ve genel geçer bilgiye ulaşma aracıdır.


Platon ve Rasyonalizm (Akılcılık)

Platon (M.Ö.427-347)

Sokrates'in öğrencisi Platon kesin, genel geçer bilginin var olduğunu ve bu bilginin doğuştan geldiğini savunur. Ona göre, değişen hiçbir şekilde bilinemeyeceği için, insan zihninden bağımsız olan, değişmez bir varlık olmalıdır. Platon'a göre sabit, kalıcı ve değişmez olan birtakım varlıklar olmalıdır. O bu değişmez, sabit ve kalıcı varlıklara idealar adını verir.

Platon'un bilgi konusundaki görüşlerini açıklayabilmek için, varlık görüşünü açıklamakta yarar vardır. Platon, var olanları ikiye ayırarak, iki ayrı dünyanın var olduğunu ileri sürer: Birincisi, beş duyu organıyla algıladığımız, somut varlıklardan oluşan insanlarında içinde yaşadığı dünyadır. Platon'un görünüşler dünyası ya da “nesneler dünyası” adını verdiği bu dünyada mutlak bir değişme hüküm sürer. Nesneler dünyasındaki varlıklar, sürekli olarak değiştikleri için bilinemez, çünkü değişen bir şey bilinemez. Nitekim beş duyu ile algıladığımız dünyadaki varlıklar belli bir zamanda belli bir şey iken, başka bir zamanda başka bir şey olacaktır. Bu nesne sürekli değiştiği için onun doğru bilgisine, tasvirine ulaşmak mümkün değildir. Beş duyu yoluyla yalnızca somut nesneler hakkında birtakım inanç ve ya sanılarımız olabilir. İkincisi, Varlıkların ilk örneklerinin yer aldığı idealar dünyasıdır. Bu dünya öncesiz ve sonrasız olan ideaların dünyasıdır. İdea değişmez öz, şeylerin ilk örnekleridir. Asıl gerçek olan ideaların dünyasıdır. Her şeyin aslı oradadır. Asıl gerçeklik, idealar olduğundan doğru bilgi ideaların bilgisidir. İdealar dünyası ancak akılla kavranabilir. Nesneler dünyası, idealar dünyasının bir kopyası, bir gölgesidir. Platon'a göre idealar değişmez, gözle görülemez, duyularla algılanamaz. Ancak onlar akıl yoluyla bilinebilir. İdealar hakkındaki bilgilerimiz doğuştan gelmektedir.




Rene Descartes ve Rasyonalizm (Akılcılık)

Rene Descartes (Röne Dekart, 1596-1650)


Descartes, modern felsefenin ve analitik geometrinin kurucusu olarak kabul edilir. Felsefeyi, her türlü dinsel ve siyasal otoritenin baskısından kurtarmaya çalışmış önemli bir filozoftur. Felsefe alanında önemli eserler vermiştir. En önemli eserleri; “Yöntem Üstüne Konuşma”, “Felsefenin İlkeleri” ve “Metafizik Düşünceler”dir.

Descartes'e göre bilgi üç yoldan: duyu organlarından, düş (hayal) gücünden (yapma bilgi) ve doğuştan gelir. Tanrı, ruh, uzay ve tüm matematik düşünceler doğuştan gelir. Doğuştan gelen düşünceler tıpkı irsî hastalıklara benzer. Nasıl bu tür hastalıklar her yeni doğan bebeklerde kesin olarak ortaya çıkacağı anlamı taşımadığı; ama hastalığa yakalanma olasılığının yüksekliğini gösterdiği gibi doğuştan gelen düşünceler de doğduğumuzda hazır olan düşünceler değildir. İnsanda bu düşünceleri ortaya çıkaran sağduyu gibi yetenekler vardır. Descartes'e göre zihnimizin duyumlarla ve deneyle elde ettiği bilgiler ile düş gücü ile ilgili bilgiler olasılığı içerir, her zaman açık ve seçik değildir. Çünkü bu tür bilgilerimizin gerçek bir nesne karşılığı yoktur. Bu iki bilgi türü ile elde edilen bilgiler, zihnin hayal ve fantezileriyle oluşturulmuş kurgulardır. Ona göre yalnızca doğuştan gelen bilgiler doğruluğu açık ve seçik olan bilgilerdir. Bu tür bilgiler doğası gereği genel geçer, doğru ve zorunlu bilgilerdir. Descartes, doğuştan gelen bilgileri en değerli bilgi kabul etmekle dogmatik rasyonalizmi benimsemiş bir bilgi kuramcısıdır.

Descartes'e göre duyularımız ve anlama yetimiz bizi yanıltabilirler. Yanılmanın varlığı insanı her şeyden şüpheye götürür. fiüphe ede ede şüphe edemeyeceğimiz bir yere gelebiliriz. O da “şüphelenmekte olduğumdan şüphe edemem.” “fiüphe etmek, düşünmek demektir.” Böylece Descartes, ünlü sözü “Düşünüyorum öyleyse varım.” önermesine ulaşır. Düşünüyor olmam var olduğumdan yani düşünen bir “ben”in var olduğundan emin olmamı sağlamaktadır; çünkü var olmasaydım düşünemezdim.

Bu kanıtlamasıyla Descartes, doğruluğundan açık seçik bir biçimde emin olduğu bir önerme bulunduğunu göstermiş olur. Bununla şüpheciliğin, hiçbir şey bilinemez, biçimindeki temel düşüncesini çürütmüş olur. Demek oluyor ki bilmek olanaklıdır.

Yukarıda açıklandığı gibi apaçık doğru bilgiye akıl ile ulaştığı için Descartes rasyonalisttir.




Aristoteles ve Rasyonalizm (Akılcılık)

Aristoteles (M.Ö. 384-322)

Aristoteles ile öğretmeni Platon'un bilgi anlayışları çok fazla farklılık göstermez. Aristoteles'e göre de bilgi değişmez olanın bilgisidir. Bazı konularda öğretmeni Platon'dan farklı düşünür. Platon gerçek varlıkların idealar olduğunu ve ideaların nesneler dünyasının dışında olduğunu ileri sürmüştü. Aristoteles bu görüşe karşı çıkar. Ona göre idealar, Platon'un ileri sürdüğü gibi nesnelerin dışında, zaman ve uzayın ötesinde değildir.

İdealar, varlıkların içinde bulunan “öz”lerdir. Aristoteles'e göre varlıkların bir “öz”ü bir de “form”u (biçimi) vardır. Form (biçim) Platon'un idea dediği şeydir. Bu söylemiyle Aristoteles ideaların varlığını kabul eder. Ancak, ideaları başka bir evrende değil, nesnelerin içindeki “öz”le beraber olduğunu düşünür. Ona göre insanın doğuştan getirdiği bilgileri yoktur. Ama, duyu organları aracılığı ile elde ettiği verileri işleme ve tümel kavramları oluşturma yeteneği vardır.Bu görüşünü şöyle dile getirir; “Bilgi duyumla başlar, ancak bilgi duyum değildir. Bilgide duyumun yanında başka bir ögenin, aklın işe karışması söz konusu olmazsa asla bilim ve felsefe meydana gelmez.” Aristoteles'e göre bilgi edinme yetisi akıldır. Akıl da edilgin (pasif) ve etkin (aktif) olmak üzere ikiye ayrılır. Bilginin malzemesini edilgin akıl yani duyular verir, onu biçimlendiren ise etkin akıldır. İnsan aklında doğuştan getirdiği bazı temel kalıplar (kategoriler) vardır. İşte bu kalıplar sayesinde insan bilgiyi biçimlendirir, genel kavramlar biçiminde ortaya koyar.

Aristoteles'e göre gerçekte var olanlar tek tek şeylerdir: İnsan, yazı tahtası, yoldaki otobüs vb. Görmediğimiz ideaların gerçekliği yoktur. Ancak tek tek var olanları bir kavram altında birleştirerek tümel önermeler elde etmek gerekir. Çünkü bu tümel önermeler sayesinde bilgiye ulaşılabilir. Tümel önermeler, tekil önermelerden oluştuğundan yapılması gereken tekilleri tümellerden üretmektir. Bu akıl yürütme biçimine ise tümden gelim (dedüksiyon) adını verir.


Hegel ve Rasyonalizm (Akılcılık)

Hegel (1770-1831)


Alman filozof George Wilhelm Friedrich Hegel (Georg Vilhelm Fridrih Hegel) rasyonalizmi doruk noktasına ulaştırmış bir filozoftur.

Hegel'e göre, insan varlık hakkında, duyuları hiç kullanmaksızın, yalnızca akıl yoluyla gerçek ve apaçık bir bilgiye ulaşabilir. Çünkü, aklın yasalarıyla, varlığın yasaları bir ve aynıdır. Yine ona göre nesnenin kendisi de özne gibi ussal'dır.(akılsaldır) Hegel varlıkla, düşünce arasındaki bu özdeşliği şöyle ifade etmiştir: “Akla uygun olan gerçek, gerçek olan ise akla uygundur.

Hegel'e göre temel bilim mantık bilimidir. Doğru bilgiye yalnızca mantık yoluyla ulaşı labilir. Mantık bilimi, aklın yalnızca kendisinden türettiği kavramların ortaya konması, açıklanması ve geliştirilmesinden oluşur. Düzgün düşünme, doğru düşünme kurallarının ve formlarının bilgisidir. Bir şeyin başka bir şeyden çıktığı ya da başka bir şeyin sonucu olduğu gibi bağlantıları inceleyen formel disiplindir. Descartes'e göre bütün evren, mantığın kavramları yani genel belirlenimleri ve çerçevesi içinde inşa edilmiştir. Mantık hakikatin apaçık göründüğü alandır.

Hegel'in felsefesinin temelinde gelişme ve değişme kavramı bulunur. Felsefedeki önemi, her şeyin değişim ve hareket halinde, birbirine bağlı olduğunu söylemesi ve diyalektik yöntemini geliştirmesidir. Ona göre düşünce (ruh) ve madde (evren) sürekli değişim içindedir. Her tür yaşamın ve hareketin temelinde değişme ve gelişme vardır. Hegel'e göre değişmede düşüncenin yani ruhun yeri ve önemi öndedir. Yani düşüncede meydana gelen değişmeler maddedeki değişmelere yol açar.

Hegel'e göre bu dünya, bu dünyayı meydana getiren ve bilgimizin konusu olan nesneler insan zihninden başka bir zihnin eseridir. Hegel bu mutlak zihne (mutlak akıl) “Geist” adını verir. Geist, kendi kendisine yeten, kendi kendisinin bilincinde olan bir varlıktır. Ona göre her şey üç aşamalı bir gelişme sonucu meydana gelir. Bu aşamalar; tez, antitez ve sentezdir. Her şey karşıtı aracılığı ile gelişir, değişir. Her tez, antitezini gerektirir, bu ikisinin ilişkisi daha yüksek düzeyde senteze ulaşır. Geist'ın diyalektik hareketinin birinci adımında O, kendisindedir(tez). Kuvvet halindedir ve gücünü henüz gerçekleştirmemiştir. Bununla birlikte Geist'in kendisini bilmesi, tanıması için gerçeklik kazandırması gerekir. Geist, bu amaçla kendisini ilk olarak doğada gerçekleştirir (antitez). Hegel'e göre doğa farklılaşmış “Geist”tir. O şimdi kendisinden başka bir şey olmuş, özüne aykırı düşmüştür. Geist doğada kendisine yabancılaşmış, kendi özü ile çelişik duruma düşmüştür. Bu çelişki diyalektik sürecin üçüncü basamağında kültür dünyasında ortadan kalkar(sentez aşaması). Bununla da Geist kültür dünyasında yeniden kendini
bulur, kendine döner, bilincine tam olarak varmış ve özgürlüğüne kavuşmuştur.


Ampirizm (Empirizm, Deneycilik) Nedir, Ne Demektir?

Ampirizm, bilgimizin kaynağında, yalnızca deneyin bulunduğunu söyleyen akımdır. Ampirizme göre insan aklında doğuştan gelen hiçbir bilgi yoktur. Başka bir deyişle mantık ilkeleri ya da  düşünmenin yasaları da denilen; özdeşlik, çelişmezlik, yeter neden, üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleri; matematikteki kavramlar; Tanrı fikri vb. aklımızda doğuştan hiçbir bilgi yoktur. İnsan zihni doğuştan boş bir levha gibidir. Yine ampirizme göre sahip olduğumuz tüm bilgilerimizi deney ve gözlemlerle, duyular aracılığı ile elde ederiz. Çocuk, sobanın yada ateşin sıcak olduğunu ve kendisini yakabileceği bilgisine deney ve gözlem aracılığı ile ulaşır.

Ampirizmin ilk ve en yalın biçimini İlk Çağ filozoflarından Epikuros (M.Ö.341-270)'ta görürüz. Epikuros , “Mühür, bal mumuna nasıl tıpatıp kendi izini bırakırsa eşya da bizde belli izler bırakır.” sözüyle bilgilerin ilk kaynağının duyu olduğunu savunmuştur. Ona göre bizi yanıltan duyular değil, aklın eklediği yargılardır.

Empirizmin iki ünlü temsilcisi vardır: biri kurucusu da sayılan John Locke diğeri David Hume'dur.
 
Lohn Locke ve Ampirizm (Empirizm, Deneycilik) John Locke (Con Lok, 1632-1704)

Ampirizmin kurucusu Locke, bilginin kaynağında tecrübenin, deneyin bulunduğunu söyler. Ona göre insan zihni dünyaya boş bir levha (tabula rasa) olarak gelir. Tüm bilgilerimizin kaynağı deney ve alışkanlıklardır. Ona göre bilgilerimiz doğuştan olsaydı, cahil yada budala olarak gördüğümüz kişilerin de akıl ilkeleri, matematik kavramlar ve tanrı hakkında bilgisi olması gerekirdi. Nitekim bugün öyle toplumlar vardır ki tanrı konusunda hiçbir düşüncesi ya da onu anlatacak sözcükleri dahi yoktur.

Locke'a göre bilginin iki kaynağı vardır. Birincisi dış dünyayı duyularla tanımamızı sağlayan dış deney (duyum), ikincisi ise zihnimizin çeşitli işlemlerini bize bildiren iç deney (refleksiyon)dir. Ona göre bütün bilgi ve düşüncelerimiz bu iki kaynaktan elde edilir. Kaynağı deney olan bu tür bilgilere felsefede aposteriori bilgiler denir. Onda her tür bilgi aposterioridir.

Locke'a göre bilginin meydana gelebilmesi için şu yetilere ihtiyaç vardır:

1. Zihnimize gerekli tasarımları sağlayan algı,
2. Zihnimize gelen tasarımları saklayan bellek,
3. Tasarımları yada düşünceleri birbirinden ayırmamıza yarayan ayırt etme yetisi,
4. Tasarım ve düşünceleri birbiriyle karşılaştırmamızı sağlayan karşılaştırma yetisi,
5. Bir çok tasarımı ve düşünceyi birleştirmemizi sağlayan birleştirme yetisi ve
6. Benzer düşünce ve tasarımlardaki ortak ögeyi bulup çıkarmaya yarayan soyutlama yetisi.

Locke'a göre üç tür bilgi edinme yolu bulunur:

a. Sezgisel bilgi: Bu bilgi edinme yoluyla insan kendi varlığının bilgisine sahip olur. Bu tür bilgiler kesin ve sağlam bilgilerdir.

b. Duyusal bilgi: Bu bilgi edinme yoluyla insan dış dünyadaki varlıkların bilgisine sahip olur. Bu tür bilgiler kesin ve sağlam bilgi değildir.

c. Tanıtlayıcı bilgi: Tanıtlama, metallerin genleşmesini ısıya dayandırma, cisimlerin düşüşünü yer çekimine bağlama işleminde olduğu gibi, ortak terimleri bulunmayan önermeler arasında bir nedensellik bağıntısı kurma işlemidir. Bu tür bilgi edinme yoluyla da insan Tanrı'nın varlığını kanıtlar.

Görülüyor ki Locke rasyonalistlerin görüşlerine karşı çıkmış, deneyden gelmeyen birtakım bilgilere sahip olduğumuz varsayımını bir düş, bir yanılgı olarak görmüş ve tüm bilgilerimizin deneyden geldiğini göstermeye çalışmış bir filozoftur.

David Hume ve Ampirizm (Empirizm, Deneycilik) David Hume (Deyvid Hiyum, (1711-1776)

Hume, insanın her şeyi algı yoluyla bildiğini söyler. Ona göre algılar iki şekilde ortaya çıkar. Bunlar; - İzlenimler ve - İdeler (kavramlar ve düşünceler)dir. İzlenimler; duyumlar, duygulanmalardan oluşur. Görürken, işitirken, severken yada nefret ederken algıladıklarımız ve hissettiklerimiz bu grupta yer alır. İzlenimler canlı ve güçlü olur. İdeler ise duyum ve duygulanımların soluk izleri veya kopyalarıdır. Bunların farkına herhangi bir izlenime yönelip onun üzerinde düşündüğümüzde varırız.

Zihinde bulunan her şeyin, tüm izlenim, kavram ve düşüncelerin temelinde, dış dünyanın duyular yoluyla algılanması vardır. Bu algılarda belli özellikler bulunduğu zaman bunlar birbirleriyle birleştirilir. Böyle bir birleştirme faaliyetinin sonucunda, ise daha karmaşık düşünceler ve bilgiler ortaya çıkar.

Hume'a göre düşüncelerin birbirleriyle birleştirilmesini sağlayan üç özellik vardır:

1. Benzerlik: Buna göre, bir heykel bizi heykeli yapılan şey üzerinde düşünmeye sevk eder.

2. Süreklilik: Buna göre, bir futbol takımında bir futbolcudan söz edilmesi bize başka futbolcuları düşündürür.

3. Neden-sonuç bağlantısı: Buna göre de, bir ameliyat yarası üzerinde düşünme bizi yaranın ardındaki acıya götürür.

Bütün bilgilerimiz, nedensellik ilkesine dayanır. Fakat, Hume nedensellik ilkesinin temellendirilemeyeceğini ve bilinemeyeceğini savunur.

Nedensellik ilkesi şunları savunur:

Her şeyin bir nedeni vardır ve belirli koşullar altında aynı neden daima aynı sonucu doğurur. Hume bu ilkeye katılmaz. Ona göre bu ilkeye ulaşabilmek için doğadaki her olayı birer birer gözden geçirip bir neden-sonuç zinciri oluşturmak gerekir. Oysa böyle bir çalışma, ne kuramsal olarak ne de pratik olarak mümkün değildir. Hume'a göre nedensellik ilkesi alışkanlıktan ibarettir. Örneğin; ateşin üzerine konan her suyun kaynadığını gördüğümüz için “Ateş suyun kaynama nedenidir.” deriz. Yine Ave B olayları arasında her zaman birbirini izleyen bir ilişki gözlemlediğimiz için bu iki olay arasında nedensellik ilişkisi olduğuna inanırız. Oysa bunlar bir bilgi değil bir inanç ve alışkanlıktır.

Buna bağlı olarak Hume, nedensellik ilkesinin deneyin sonucu olan bir düşünce olması gerektiğini söyler. Yani bir başka anlatımla nedensellik bir zorunluluk değil, bizim bir alışkanlığımızdır.

David Hume, Baconla başlayan ve daha sonra Locke ile gelişen ampirizmi doruk noktasına çıkarmış kendisinden sonra gelen düşünürleri büyük ölçüde etkilemiştir.



Kritisizm (Eleştiricilik) Nedir, Ne Demektir?

Doğru bilgiye sadece akılla ulaşılabileceğini iddia eden rasyonalizm ve duyularla elde edileceğini söyleyen ampirizmi eleştirdiği için kritisizm adı verilmiştir.

Felsefesini hem empirizme hem de rasyonalizme dayandıran kritisizm doğru bilgiye ulaşabilmemiz için deney, gözlem ve aklın bir arada bulunması gerektiğini savunan bir öğretidir. Aynı zamanda insan zihninin güçlerine ve insanın neyi bilip bilemeyeceğine ilişkin bir araştırmadan meydana gelen felsefi yaklaşımdır.

Kurucusu Kant'tır.

Immanuel Kant Kritisizm (Eleştiricilik) Immanuel Kant (1724 - 1804)

Felsefede rasyonalizm ve ampirizm akımlarının bir sentezini yapmıştır. Kant'a göre, Deneyden önce gelen hiçbir bilgi yoktur. Fakat bu bütün bilgilerimizin deneyden geldiği anlamına gelmez. Bütün bilgilerimiz deneyle başlar fakat yalnızca deneyin ürünü değildir. Yani bilgi deneyle başlar fakat deneyle sona ermez. Bilgi için deneyin yanında deney verilerini düzene sokacak bir öge daha gereklidir ki bu da akıldır. Kant, insan zihninde apriori (önsel) bir bilgi olduğunu savunur. Doğuştan var olduğunu söylediği şey aklın kategorileri (formları)dir. Kant'a
göre, akıl deneyden gelen hammaddeyi, malzemeyi bu kategoriler sayesinde biçimlendirir ve bilgiye dönüştürür. Bir kısım bilgi de aposteriori olarak sonradan elde edilir.

İnsan, bilgi sürecinde, pasif olmayıp aktif bir biçimde duyular yoluyla gelen izlenimleri sınıflar, kalıplara yerleştirir ve yorumlar. Kant'a göre insan bilgisi sınırlıdır. İnsan zihni, nesneleri ve olayları gerçekte oldukları şekliyle bilemez. Nesneler, zihnin imkanlarına, yapısına ve formlarına göre bilinebilir. İnsan zihni fenomenleri (görüngü) bilebilir.

Kant'a göre bilgilerimizin iki kaynağı vardır. Bunlar akıl ve deneydir. Deney, dış dünyaya ilişkin bilgilerimizin ham maddesini, içeriğini verir. Akıl ise bu hammaddeyi düzenler, belli bir kalıba sokar. Kant bu düşüncesini kısaca şu sözleriyle açıklar: Kavramlar, deneyden gelen malzeme olmaksızın boş, deneyden gelen ham madde ise kavramlar olmaksızın kördür.

Kant insan zihnini bir fabrikaya benzetir. Herhangi bir fabrikaya gelen bir ham madde, birtakım işlemlerden geçtikten yani işlendikten sonra maddeye dönüşür. Örneğin pamuğun işlendikten sonra kumaşa dönüşmesi gibi. Kant'a göre biz yalnızca fabrikadan çıkan kumaşı bilebiliriz. Onun işlenmeden önceki halini bilemeyiz. İşte Kant varlıkların zihnimizde işlenmeden önceki haline “numen” adını verir. Numen varlıkların gerçek durumu, bizim asla bilemeyeceğimiz durumudur. Varlıkların zihnimizde birtakım işlemlerden geçtikten sonraki haline ise “fenomen” adını verir. Fenomen, varlıkların bizim tarafından bilinen yönüdür.

Pozitivizm (Olguculuk) Nedir, Ne Demektir?

Pozitivizm modern bilimi temel alan bilim dışı her türlü spekülasyonu reddeden bir felsefe akımıdır. Bu felsefi görüşe göre, dış dünyayı yalnızca duyu deneyi yoluyla bilebiliriz. İnsan için önemli olan olguları ve bunlar arasında var olan değişmez ilişkileri araştırmak ve ortaya koymaktır.

Rönesans'la başlayan ve 18. yy Aydınlanma Çağı ile devam eden süreç 19. yy. da pozitivizmi ortaya çıkarmıştır. İnsan bu çağda kalıplardan kurtulmuş, aklın özgürleşme yolu açılmıştır. Bu anlayışa göre akıl doğanın işleyiş yasalarını bulmakla yükümlüdür. Pozitivizmin ilk temsilcisi Saint Simon (Sen Simon, 1760-1825) olup bu düşünceyi sistemli bir felsefe haline getiren Auguste Comte (Ogüst Komt) olmuştur.

Auguste Comte ve Pozitivizm (Olguculuk)

Auguste Comte (1798-1857)

Comte Fransız devrimi sonucunda yaşanan karmaşayı ortadan kaldırmak istemiş, toplumu bilim yoluyla yeni baştan düzenlemeyi amaçlamıştır. Ona göre düşüncelerdeki anarşinin toplumda karmaşaya yol açtığı bir çağda, toplumun kurtuluşunu sağlayacak tek çözüm pozitivizmdir. Onun pozitivizminin en önemli özelliği, doğa olaylarını doğa üstü güçlerin yönlendirdiği düşüncesini reddetmesidir. ‹kinci olarak duyularımızın bize sağladığı olgulardan hareket ederek, insan tarafından gözlenemeyen özlerini, gizli nedenlerini bulma çabalarından vazgeçmesidir.

Felsefenin deneysel bilimleri örnek alması gerektiğini öne süren Comte'a göre felsefenin amacı olgular arasındaki değişmez ilişkileri ya da doğal yasaları bulmaktır. Bu amaç ise ancak gözlem ve deney yoluyla gerçekleştirilebilir. Gözlem ve deney yoluyla kazanılan bilgi pozitif bilgidir. Pozitif bilgi tarihsel evrimin sonucu olan bir bilgidir ve insanlığın ulaşabileceği en yüksek düzeydir. Bu bilgi, Comte'un ünlü üç hal yasasında üçüncü evreye karşılık gelen bilgidir. Comte'a göre toplumlar bu bilimsel düşünme (pozitif) aşamasına uzun bir tarihsel sürecin sonunda ulaşmışlardır. Bu yasaya göre insan düşüncesi üç evreden geçerek ilerler.

1) Teolojik evre: Tüm olay ve olguların tanrıyla ya da kutsal sayılan varlıklarla açıklandığı evredir. Bu evrede olayların arkasında doğa üstü nedenler bulunduğuna inanı lır. Örneğin, deprem gibi doğal bir felaketin, Tanrı'nın insanları cezalandırmasının sonucu olduğu düşünülür.

2) Metafizik evre: Ruh, ölümsüzlük vb. doğaüstü, soyut kavramların ve gizli güçlerin temel belirleyici olduğu aşamadır. Örneğin, ağır nesnelerin düşmesi, doğadaki yerlerini alma çabası ya da boşluktan korkma ile açıklanmıştır.

3) Pozitif Evre: ‹nsan bu evrede yalnızca gözlenebilir olana yönelmiş, olay ve olgular arasındaki değişmez bağları ve yasaları araştırmıştır. Örneğin, bu evrede bir nehrin en aşağıya inmek istediği için değil evrensel çekim yasasının etkisinde olduğu için akmakta olduğu bilimsel görüşü ile açıklanmıştır.

Görülüyor ki Comte pozitif bilime büyük değer vermekte ve onun yardımıyla hem doğayı hem de toplumu düzenlemeyi amaçlamaktadır. Bu arada felsefenin de pozitifleşmesini istemektedir. Felsefenin pozitifleşmesi demek düşünmenin teolojik ve metafizik ögelerden arındırılması demektir. O zaman da felsefenin konusu, bilimlerin yöntemi ve ilkeleri üzerinde düşünmek olacaktır.




Analitik Felsefe (Çözümleyici Felsefe) Nedir, Ne Demektir?

Analitik felsefe, pozitivizmin 20. yy. da çağdaş bir görünüm almış şeklidir. 1. Dünya savaşından sonra bir grup bilim adamı Viyana'da bir araya gelerek bu akımı oluşturmuş, daha sonra ‹ngiltere ve Amerika'da gelişerek yayılmıştır. Neopozitivizm (yeni olguculuk) ya da mantıkçı pozitivizm olarak da bilinir. Bu akıma göre felsefenin asıl uğraş alanı dildir. Analitik filozoflara göre felsefenin görevi dil çözümlemeleri yapmaktır. Çünkü onlara göre doğru bilgi ancak böyle elde edilebilir.

Analitik felsefeye göre felsefe varlık, değer ve Tanrı üstüne doğruluğu test edilemeyen görüşler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi dildeki kavramları çözümlemektir. Dildeki kavramlar çözümlendiği taktirde kafa karışıklığı yaratan geleneksel felsefe problemleri de çözümlenebilir.

Bu akımın başlıca temsilcileri, Ludwig Wittgenstein (Ludvig Vitgenştayn), Moritz Schlick (Moris fiilik, 1882-1936), Rudolph Carnap (Rudolf Karnap, 1891-1970) ve Hans Reichenbach (Hans Rayhınbah, 1891-1953)'tır.

Ludwig Wittgenstein ve Analitik Felsefe (Çözümleyici Felsefe)

Ludwig Wittgenstein (Ludvig Vitgenştayn) tüm felsefe problemlerini bir dil problemine indirger, bu nedenle onun felsefesinin merkezinde dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme vardır. Ona göre felsefe aynı zamanda dili sınıflandırma ve sadeleştirme çabasıdır. Dil anlamlı cümlelerle resmettiğimiz bir gerçeklik teorisidir.

Wittgenstein'na göre, dil dünyayı resmeder, resmettiği için de dünyayı temsil eder. Bunun için önermeler, olguların tasvirleri, olguların resimleridir. Bir başka anlatımla olguların dildeki karşılıkları önermelerdir. Beri yandan önermeler düşüncelerin dile getirilmesidir. Dil aynı zamanda düşüncelerin araçlarıdır. Dil ile gerçeklik aynı yapıya sahip olduğu için dilin analizi gerçekliğin analizi demektir. Dil ile ifade edilemeyen şeyler ise bilinemez.

Wittgenstein daha sonraki yıllarda bu görüşlerinden vazgeçmiş, önceleri yadsıdığı etik, estetik, dinsel ve metafizik önermelerin de anlamlı olabileceğini ileri sürmüştür.




Pragmatizm (Faydacılık) Nedir, Ne Demektir?

Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak, yalnızca eylemlerin sonuçları ile değerlendiren ve onlara yalnızca sağladığı “fayda” açısından bakan akıma felsefede, pragmatizm adı verilir. Bu akıma göre gerçeklik ve doğruluk insanın bakış açısından, kanaatlerinden, dolayısıyla da eylemlerinden bağımsız değildir. Bundan dolayı, gerçeklik, doğruluk ve insan eylemlerinin sonuçları, sağladığı başarı ve yararlarla değerlendirilir.

Pragmatizm, özellikle ABD ve İngiltere'de yaygınlaşmış ve toplumun yaşam felsefesi haline gelmiştir. Eğitimi ve ekonomiyi derinden etkilemiştir. Bu görüşün önde gelen temsilcileri; Amerikalı, William James, John Dewey ve İngiliz Shciller'dır.

Aynı zamanda bir çeşit Hazcı ahlak anlayışıdır. Temsilcileri William James ve John Dewey’dir. Davranışın sonucunda ortaya çıkan faydaya göre değerlendirme yapılır. En değerli eylem, verdiği iyilik ve yarardır. Bunlara göre, eylemin sonucunda yarar varsa, eylem ahlakidir. Bir eylem herkese birden yarar sağlayamayacağı için, (yani herkesin çıkarına uymayacağı için) evrensel ahlak yasası yoktur.


William James ve Pragmatizm (Faydacılık) William James (Vilyım Ceymis, 1842-1910)

James'e göre insanın temel amacı kendini korumaktır. ‹nsan davranışlarının hepsi kendi çıkarını korumaya yöneliktir. Bu anlayışın insanın doğasında var olduğunu savunur. Bu inanışın gereği James, “Ne ki yararlıdır o doğrudur, ne ki doğrudur o yararlıdır.” Sözüyle doğru olanın yararlı olduğunu savunmuştur.

James, geleneksel felsefecilerin dogmalarla, kuramlarla uğraştıklarını, ilk nedenlere kafa yorduklarını fakat ormandaki tek tek ağaçları göremediklerini, pratik sonuçları göz ardı ettiklerini savunur. Bilim, felsefe ve teolojide hiçbir tanım ya da formül kesin değildir. Çünkü bunlar dogmatik teorilerdir. Pragmatizm ise hiçbir dogması olmayan yalnızca insanın eylemlerini ölçü alan bir öğretidir. Eğer bir kuram ya da formül bir problemi çözemiyorsa o kuramdan vazgeçilmelidir. James'e göre, bir kuramın doğruluğu söz konusu kuramın işe yararlığı ile belirlenir. 




John Dewey ve Pragmatizm (Faydacılık) John Dewey (Con Dövi, 1859-1950)

Dewey'ye göre, bir düşüncenin doğruluğu, o düşüncenin işe yararlılığına bağlıdır. Bir başka anlatımla eğer bir bilgi yararlıysa doğrudur, yararlı değilse doğru değildir.

Dewey Pragmatizmin ve bilimsel yöntemin öğretilmesinin en etkili savunucularındandır. Ona göre gerçek bilgi bilimsel bilgidir ve doğa bilimlerinin yöntemiyle ulaşılmayan bilginin değeri yoktur. Eylemlerimize temel olacak bilgiyi yalnızca deney alanında aramamız gerekir. Dewey'ye göre dünyada hiçbir düşüncenin kendi başına değeri yoktur. Ona göre bir düşünce ancak başarılı sonuçları varsa doğrudur. Dewey, bilimsel yasa, kuram ve kavramları birer alet olarak gördüğü için, onun öğretisine enstrümantalizm (aletçilik, araççılık) de denir. Dewey'ye göre birer alet olan bilimsel yasa ve kuramlar, uygulamada bir işe yararsa iyi ve doğrudur. Uygulamada bir işe yaramaz ya da bir farklılık yaratmaz ise yanlıştır. O bu tezini ormanda kaybolmuş bir insan benzetmesiyle açıklar. Kaybolan insan için bir tek gerçeklik vardır; ormanda kaybolması olayıdır. Amacı ise kaybolduğu ormandan sağ salim kurtulabilmek dolayısıyla da bu durumun yarattığı korku ve tedirginlikten kurtulmaktı r. Ormandan kurtulmak için oluşturduğu tüm kuramlar ve denemeler birer araçtır. Kaybolan adamın ormandan çıkış yolu ile ilgili planları, tahminleri uygulamada bir işe yarar ve kurtuluşu sağlarsa doğrudur.

Ek Bilgiler

Felsefede Faydacılık, hem iyinin teorisi hem de doğrunun teorisidir. İyinin teorisi olarak faydacılık refahcıdır (welfarist). İyi en fazla faydayı sağlayandır ve burada fayda zevk, tatmin veya bir nesnel değerler listesine göre tanımlanır. Bir doğru teorisi olarak ise faydacılık neticecidir (consequentialist). Doğru hareket bir şeyin uygulanabildiği ölçüde gerçek olduğu savına dayandırılmıştır. Eğer bir bilgi günlük hayatta işe yarıyorsa o bilgi doğrudur. Yaramıyorsa yanlıştır. Ampirizm ile yakın alakası olan bu felsefi akımı teorik düşüncenin tam tersi olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.

Faydacılık ilk olarak 18. yüzyıl İngiltere'sinde Jeremy Bentham ve diğerleri tarafından öne sürülmüştür. Fakat Epikür (Aipikuros) gibi antik Yunan filozoflarına kadar geri gidilebilir. İlk kez ortaya atıldığında iyi en fazla insana en fazla mutluluğu getiren şey olarak tanımlanmıştı. Ancak daha sonra Bentham iki farklı ve birbiri ile çelişme potansiyeli olan kavram içerdiğinden birinci kısmı atıp sadece “en büyük mutluluk prensibi” demiştir.

Hem Bentham'ın hem de Epikür'ün formulasyonu hedonistik nedenselliğin farklı tipleri olarak düşünülebilir çünkü hareketlerin doğruluğunu sebep oldukları mutluluğa göre ölçüyorlardı ve mutluluğu zevkle tanımlıyorlardı. Ancak Bentham'ın formulasyonu ferdi olmayan bir hedonizmdi. Epikür'ün kişiyi en mutlu eden şeyi yapmasını tavsiye etmesine karşılık Bentham herkesi en mutlu yapacak şeyi yapmayı uygun görüyordu.

John Stuart Mill "Utilitarianism" isminde ünlü (ve kısa) bir kitap yazmıştır. Mill bir faydacı olmasına rağmen bütün zevklerin aynı değerde olmadığını ileri sürmüştür. “Mutsuz bir Sokrat (Sokrates) olmak mutlu bir domuz olmaktan yeğdir” sözü bu görüşünü anlatır.

Faydacılığı eleştirenler bu görüşün birkaç problemi olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan biri değişik insanların faydalarının karşılaştırılmasının zorluğudur. İlk faydacıların çoğu mutluluğun felisifik hesap (felisific calculus) ile sayısal olarak ölçülebilip karşılaştırılabileceğine inanıyorlardı ama pratikte bu hiçbir zaman yapılamadı. Değişik insanların mutluluğunun kıyaslanmasının sadece pratikte değil prensipte de mümkün olmayacağı ileri sürülmüştür. Faydacılığın savunucuları bu problemin iki kötü seçenek arasında karar vermek zorunda kalan herkesin karşılaşabileceği bir problem olduğunu söyleyerek karşılık vermişlerdir. Bir milyar insanın ölmesiyle bir kişinin ölmesinin aynı derecede kötü olduğunu söyleyemiyorsanız bu problemi utilitaryanizmi reddetmek için kullanamazsınız demişlerdir.

Faydacılık sağduyu ile çeliştiği için de eleştirilmiştir. Örneğin kişi kendi çocuğunun hayatı ile iki yabancının hayatını kurtarmak arasında seçim yapmak zorunda kaldığında kendi çocuğunu kurtarmayı seçecektir. Ama faydacılar iki yabancıyı kurtarmanın gelecekte daha fazla potansiyel mutluluğa sebebiyet vereceğinden tersini tercih etmeyi destekleyeceklerdir.

Bu akımın -bir şey uygulanabildiği ölçüde doğrudur- şeklindeki savı ise hiçbir teorik mekanizmanın tartışılmasına izin verilmeden bir şey özden yoksun olduğu halde başarılı bile olsa kabul gördüğünden eleştirilmiştir. Sözgelimi birbirinden farklı seçeneklere sahip bir soru hiçbir bilgi sahibi olmayan kimse tarafından rastgele ama doğru yanıtlandığında faydacılıga göre o şey artık mutlaklık kazanmıştır. Bu kişinin bilgili eğitimli ya da zeki olması pek de önemli unsurlar değildir. Tersi durumda da çok iyi eğitimli ve yetenek sahibi kişiler toplumda iyi statülere erişemediğinde onların geri zekâlı ya da cahil olarak damgalanmaları bu akım yüzündendir. Kısacası faydacılıkta önemli olan öz değil biçimdir, olayların teorik akışı önemsizdir mutlak olan daima pratik başarı olarak kabul edilir. Her teori doğru değil, ama her pratik doğrudur bu görüşe göre.

Daniel Dennett kararlarımızı yönlendirmek için faydacılığın kullanmasının sınırlarını belirlemek için Three Mile adasını örnek olarak kullanır. Bu nükleer santraldaki kaza iyi mi yoksa kötü bir şey miydi? Bu kaza birçok kişi tarafından nükleer enerji politikasına yaptığı etkiler yüzünden yararlı olarak görülmekteydi. (neticede Çernobil kadar kötü bir kaza değildi). Dennett faydacılık açısından tüm kanıtları tartıp bir karara varmak için hâlâ daha erken (aradan geçen 20 yıla rağmen) olduğunu söylemektedir.

Burada söz edilen sıkıntılardan kurtulmak için faydacılığın değişik çeşitleri ortaya atılmıştır. Faydacılığın geleneksel şekli en fazla fayda getiren hareket en iyi harekettir diyen hareket faydacılığıdır. Buna alternatif ise en iyi hareket en fazla faydayı sağlayacak kuralın emrettiği harekettir diyen kural faydacılığıdır.

Örneğin bir kişi yalan söylerse en fazla faydayı elde edeceği bir durumda olsun. Hareket faydacılığına göre en doğru hareket yalan söylemektir. Ama genel kural olarak doğruyu söylemek o kişiye daha fazla fayda sağlayacağını kabul edersek kural faydacılığı açısından doğruyu söylemek gerekmektedir.

Ek Bilgiler 2

Pragmatizm, James'in deyişine göre; bir felsefe olmaktan çok bir metod; düşünceyi, doğurduğu eyleme göre ölçen bir yöntemdir.

Charles Peirce, 1878'de Popular Science Monthly Dergisi'nde yayınladığı 'Fikirlerimizi Aydınlığa Kavuşturmanın Yolu' başlıklı yazısında şöyle diyordu: 'Bir düşüncenin anlamını açıklamak için onun hangi davranışı doğurduğunu bilmek gerekir. İşte o davranış, o eylem bizim için düşüncenin ta kendisidir'.

Düşüncelerin, politikaların ve önerilerin değerlerinin yararlılıkları, işlerlikleri ve uygulanabilirlikleri ile belirlenmesi ilkesine dayanan görüş. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle abd’de etkili olmuştur. Eylemin öğretiden, deneyimin sabit ilkelerden önce geldiğini, düşüncelerin anlamlarının sonuçlarından, doğruluklarının da doğrulanabilirliklerinden elde edildiğini savunur.

Pragmatistlere göre; bir düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece “doğrudur”.

İyidir yerine doğrudur diyebiliriz; çünkü bu iki kavram birbirinin aynıdır. doğru sözcüğü inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin adıdır. Doğru olan, belirli sebepler ölçüsünde aynı zaman da iyidir. “bizim için neye inanmak doğru olurdu?” desek bu söz şu anlama gelir: neye inanmak zorundayız? Bu sorunun karşılığı şudur: inanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha iyi olan ile bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur. Pragmatizm doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Yani erdem yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladığı hallerde doğrudur. Her şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır. Her şey pratik faydaya göre değerlendirilmelidir.

Onlara göre doğru düşünce pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bir düşüncenin gerçeği, ona yapışık hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek düşüncenin başına gelen bir şeydir. Bir düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak doğru hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun gerçekliği geçer hale girmesiyle olur. Benim için bir şeyin herhangi bir zaman için faydası olabilir, ama başka bir zaman o şey faydama değildir.

Pragmatistler dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır.




Fenomenoloji (Görüngübilim) Nedir, Ne Demektir?

Bilgi Felsefesi Açısından Fenomenoloji

Yirminci yüzyılın önemli felsefi akımlarından biri de fenomenolojidir. Bu akıma göre fenomenler ve bilincin verileri incelenerek fenomenlerin içindeki öz bilinebilir. Asıl varlık fenomenlerin içinde gizli olan “öz”dür. Öz varlığı varlık haline getiren ; onu o şey yapan temel nedendir. Bu görüşe göre “öz” fenomenin içinde vardır ve bilinç onu sezgiyle kavrayabilir. Fenomenoloji aynı zamanda öze ulaşmak için kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemle bir fenomenin “öz”ünü bilebilmek için önce bütün verilmiş bilgileri “bir ayraç (parantez) içine alıp” yok saymak gerekir. Bu yöntemi kullanan düşünür, toplumsal yaşamdan, dini inançlarından ve bilimsel yolla elde edilen tüm görüşlerinden, kanılarından ve önyargılarından arınmak durumundadır. Ancak bu yolla duyularla algılanan nesnelerin ötesinde bulunan “öz” kavranabilir.

Varlık Felsefesi Açısından Fenomenoloji

Fenomen, felsefede sınırlı algı olanaklarına sahip insan zihni tarafından oluşturulan varlık anlamına gelir. İnsana göründüğü şekliyle, insan tarafından oluşturulan varlıktır. Bir başka anlatımla düşünce yoluyla görülen nesnelerin özüdür. Varlığı fenomen olarak gören yaklaşımın en ünlü temsilcisi Huserl'dir.

- Edmund Husserl ve fenomenoloji 

Özetle Bilgi Felsefesi

Bilgi, İlk Çağdan itibaren ele alınmaya başlanmış bir konudur. Bu konunun felsefi bir sorun olarak algılanması ve temellendirilmeye çalışılması ancak Yeni Çağda gerçekleşmiştir. Bu dönemden itibaren bilgi felsefesi, bilginin kaynağını, değerini ve sınırlarını inceleyen felsefe dalı olarak varlığını sürdürmektedir.

Bilgi felsefesinin temel kavramları, doğruluk (hakikat), gerçeklik ve temellendirmedir. Doğruluk, düşüncenin yada ileri sürülen savın nesnesine uygun olmasıdır. Gerçeklik, zaman ve mekan içinde var olanların tümüdür. Temellendirme ise ortaya konulan sava dayanak ve gerekçe bulma işidir.

Bilgi felsefesinin temel soruları, doğru bilgi olanaklı mıdır?, insan gerçeği tam ve kesin olarak bilebilir mi?, bilginin kaynağı nedir? ...vb. dir.

Bilgi felsefesinin iki temel alanda bu soruları yanıtladığını görürüz. Birincisi, bilginin kaynağı ile ilgilidir. İnsanın bilgiyi nasıl elde ettiği sorusuna farklı yanıtlar verilmiştir. Kimine göre bilginin kaynağı duyu verileri, kimine göre akıl, kimine göre sezgi, kimine göre deney ve gözlemdir. İkincisi bilginin değeri ile ilgilidir. Burada da neler bilgi olarak kabul edilebilir, neyi ne kadar bilebiliriz, bilginin yaşam içindeki önemi vb. sorularına yanıtlar aranır.

Doğru bilgi olanaklı mıdır? Sorusuna verilen yanıtlar iki grupta toplanabilir. Birinci grupta doğru bilgi olanaksızdır diyenler (sofistler, septikler ve akademi kuşkucuları) yer alır. Sofistler göre, bilgiler yalnızca duyular aracılığı ile elde edilir. Duyu bilgisi bulanık ve karanlık bilgidir. Ayrıca duyuların sağladığı bilgiler kişiden kişiye değiştiği için bilgilerimiz görecelidir. Dolayısıyla kesin ve genel geçer bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Bu görüşü savunan filozoflar, Protagoras ve Gorgias'dır.

İkinci grupta doğru bilgi olanaklıdır (rasyonalizm, ampirizm, kritisizm, entüisyonizm, pozitivizm, Analitik felsefe, fenomenoloji ve pragmatizm) diyenler yer alır.




Bilim Felsefesi Nedir?

Bilim felsefesi genel anlamda; bilimin ne olduğu, bilimsel düşüncenin yapısı, bilimsel yöntemlerin işlevselliği, bilimsel sonuçların özellikleri, bilimin değeri ve bunlar gibi bilim hakkında sorulabilecek sorulara cevap arayan felsefi yaklaşımın adıdır. Yani bilim felsefesi, bilimin üstüne düşünmektir.

Felsefenin ilk çağında felsefeye katkı sağlayan düşünürler, o dönemin felsefi düşünsel yapısını, bizim şimdiki zamanda anladığımız bilimsel düşünsel yapıya benzer nitelikte görmekteydiler. Yani onlar felsefeyi, doğanın bilgisine ulaşabilmeye yarayan bir araç olarak kabul etmekteydiler. Mesela Demokritos, yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce günümüzdeki atom anlayışının ilk düşünsel yapısını ortaya koymuştur. Bu bağlamda, var olan bir şeyin sonsuza kadar bölünemeyeceğini; çünkü sonsuza kadar bölünen bir şeyin en son kertede herhangi bir büyüklük meydana getiremeyeceğini belirterek bu bölünmenin bir yerde durması gerektiğini vurgulamış ve bölünen şeyin en son kertede artık bölünemez bir halinin mevcut bulunması gerektiğini belirtmiştir. Demokritos'un bu tanımı da şimdiki kaynaklarda bahsedilen atom parçacığına yaklaşık bir anlam taşımaktadır.

Felsefe, ilk çağ boyunca bizim bugün bilimden anladığımız şeyden daha farklı biçimde anlaşılmamıştır. Sonuç olarak Aristoteles, bugün bağımsız bilimler olarak tanımlanan fizik, matematik ve astronomi gibi bilimleri sadece felsefenin birer dalı olarak görmüş ve tanımlamıştır. Hatta Newton, bilimsel görüşlerini kaleme aldığı kitabına, "Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri" ismini vermiştir. Yani Newton bile felsefe ile bilimi ayırmamıştır. Felsefe ile bilim arasındaki ciddi ayrım, 19. yüzyılda kesin olarak yapılmaya başlanmıştır. Günümüzde ise felsefe ile bilim arasındaki ilişki, bu iki alan birbirinden ayrı birer alan olarak ele alınarak araştırılmaya devam etmektedir.

Bilimin felsefenin bir konusu olması ve hatta bu konunun belirli bir zaman içinde felsefenin bir alt disiplini olması söz konusudur. Tarihsel bir açıklama olarak bilimin felsefenin içinden doğup geliştiği genel bir şekilde belirtilmektedir. Daha sonra bilimin bir bilinç formu olarak ayrılmasından sonra da bilim felsefe ilişkisi süregelmiştir. Bilim, felsefeden ayrılarak kendi içinde birçok alt dala bölünmüştür. Bu bağlamda her bilim dalı, varlığın farklı bir yanını kendisine inceleme konusu yapmış ve farklı bilim dalları ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda örneğin fizik cansız nesnelerin ve astronomi de göksel olayların doğasını inceleyen aynı birer bilimsel alt dal olarak kabul görmüştür. Aynı şekilde yine 19. yüzyılda, sosyal bilimler olarak adlandırdığımız sosyoloji, psikoloji, tarih ve ekonomi de kendilerine özel birer varlık alanını bilimsel anlamda kabul ederek felsefeden kopmuştur. Bilim felsefesi özellikle bu ayrımın sonrasında felsefenin bilim üzerine düşünmesinin bir sonucu olarak doğmuştur.

Bilim kendi başına kendi anlamını bilemez, böyle bir bilme çabasına yöneldiği anda bilimin bilimini yapmaya çalışmış olur. Bu anlamda bilim felsefesi, bilimin yerini, anlamını ve kuramsal konumunu belirlemek üzere yürütülen felsefe içi çalışmaların bütünlüğüdür. Bilimin felsefeden ayrışmasından sonra felsefenin bilim üzerine düşünmesi bilim felsefesinin içeriğini oluşturmaktadır. Özetle bilim felsefesi, bilimsel düşünce ve yöntemlerin mantıksal ya da kuramsal bir çözümlemesini vermeye çalışır.

Bilimlerin felsefeden ayrılmaları, sadece konu ve inceleme alanlarındaki ayrılıklar olarak gerçekleşmemiştir. Bu durumda, bilim ile felsefe arasındaki temel ayrım, konudan çok yöntem farklılaşması olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin felsefenin yöntemi tutarlı ve sistemli bir düşünme ise, bilimin yöntemi gözlem yapma, varsayımda bulunma ve bu varsayımı doğrulama şeklindedir.

Sonuç olarak bilim felsefesi; bilimin ne olduğunu, bilimsel kuramların özgül yapısını, bilimsel bilginin epistemolojik statüsünü, bilimsel yöntemlerin anlamlarını, bilimsel bilginin nesnesini, bilimin gelişiminin anlamını ve en genel anlamda bütün bilimin konumu, gelişimi ve iç yapısını değerlendiren, bunu kuramsal düzlemde ortaya koymaya çalışan felsefi disiplindir.

Genel Hatlarıyla Bilim Felsefesi

Felsefe-Bilim İlişkisi

Felsefe bilimle çeşitli ortak özellikler paylaşır:

a) Her ikisi de genel olarak akıl adına konuşurlar ve kendilerini akla dayanan gerçeklerle haklı kılmaya çalışırlar,

b) Her ikisi de kavram ve soyutlamalar kullanarak ilke ve yasalara varmak isterler, genellemeler yaparlar.

Öte yandan onlar arasındaki farklılıkları da şu genel başlıklar altında toplamak mümkündür:

1) Bilimin kavram ve soyutlamaları felsefeninkilere göre daha az geneldir ve özel alanları konu alır,

2) Felsefenin hem olguları hem de değerleri ele almasına karşılık bilim ancak olgularla veya ancak bir olgu olarak değerlerle ilgilenir (insan bilimleri veya sosyal bilimler); değerler, anlamlar, idealler, erekler böyle olmaları bakımından bilimin konusu olmazlar. Daha basit bir değişle bilim ele aldığı konular üzerinde iyi, kötü, doğru, yanlış, haklı, haksız vb. türünden değer hükümleri veremez, onlara erekler, idealler, anlamlar yükleyemez,

3)
Bilimin önermelerinin doğrulanabilmelerine (tahkik edilme, verification) karşılık felsefenin önermeleri dar anlamda doğrulanamazlar. Bilime dayanarak hesaplamalar yapıp öndeyilerde (prediction) bulunma imkânına sahip olmamıza karşılık felsefede böyle bir şey söz konusu değildir,

4) Bilimsel araştırma ve buluşlar yapma yöntem ve usullerin belli ve öğretilebilir olmalarına karşılık felsefenin filozof tarafından bile üzerinde uzlaşılan belli ve standart bir araştırma, düşünme yöntemi belli değildir. Değim yerindeyse her filozofun kendine has bir felsefe yapma yöntemi vardır. Bu durum Kant'ın "felsefe değil, felsefe yapmak öğrenilebilir" yönündeki ünlü sözünün doğru olmakla birlikte felsefe yapmayı öğrenmenin, bilim yapmayı öğrenmekten çok daha zor olduğu konusunda bizi uyarmalıdır,

5) Bilime dayanarak bilimin uygulaması olan teknolojiler yaratabilmesine karşılık felsefede yine böyle bir imkân mevcut değildir. Felsefe bir düşünme (nazar, theoria) ve eylemdir (amel, praksis), bir yapma, meydana getirme (sanat, tekhne) değildir. Dolayısıyla ondan bilimden olduğu gibi bir tekniğin, teknolojinin, sanatın, sanayinin çıkması mümkün değildir.

Sonuç olarak felsefe bilim değildir ve felsefede bilimde olduğundan daha büyük ölçüde "yaratıcı zeka"ya, bilgi birikimine, seziş ve duyuşlara ihtiyaç olduğundan söz edilebilir.


Bilimin, Felsefenin Konusu Olması

Başlangıçta bütün bilimler, felsefenin alanı içerisinde yer alan farklı düşünce alanları olarak var olmuşlardır. Bu bağlamda filozof, hemen her bilim alanıyla ilgili olan ve her var oluş durumuna kafa yoran insan demektir. Mesela Aristoteles, hemen her konuda kitap yazmış olan ve bu kitapları, yazılmış oldukları bilim alanlarında referans kabul edilen bir filozof olarak bu filozof tipine örnek gösterilebilir.

Bilimsel bilgi geliştikçe, zamanla bilim dalları felsefeden "bağımsızlıklarını" ilan etmişlerdir. Örneğin daha önce "doğa felsefesi" olarak anılan fizik, arkasından kimya, biyoloji ve diğer fen bilimleri tek tek felsefeden ayrılmış ve başlı başına birer disiplin olarak ortaya çıkmışlardır. Bunun ardından da sosyal bilimler, felsefenin etkisinden çıkmaya başlamışlardır. Bu gelişmelerin ardından 19. yüzyılda, felsefe neredeyse etkisiz ve gereksiz duruma gelmiştir.

Bu zamandan sonra filozoflar, bilimlerin sınıflandırılmasıyla uğraşmaya başlamışlardır. Hem felsefeden kopan, hem de birbirlerinden olabildiğine uzaklaşan bilimler, bir bütün olan evreni parçaladıkları gibi, insan kafasında da bütün bir evren kavramı oluşturamıyorlardı. Bu parçalanmışlık sanayi dünyasına, toplum hayatına ve hatta insan şahsiyetine bile yansımıştı. Felsefe, bilimleri sınıflandırarak onlar arasındaki ortak noktaları ve bağları göstermek, bilimleri birbirlerine yaklaştırmak istiyordu. Bütün bilimler varlık alanının değişik var olanları ile ilgileniyordu. Bütün bilimler hedefte, metot ve bilimsel tavırda da birleşiyordu. Sınıflandırma bunu daha da açıkça ortaya koyacaktı.

Bu dönemde iki Alman'ın yaptığı bilim sınıflandırması çok tanınmıştır. Kantçı filozoflardan Wilhelm Windelband, bilimleri yöntem bakımından apriori (rasyonel) ve empirik (deneye dayalı) bilimler diye ayırmıştır. Rasyonel bilimler matematik ve felsefe idi. Deneye dayanan bilimler de ikiye ayrılıyordu: tarih bilimleri ve doğa bilimleri. Bu son ayrım metottan ziyade konu farklılığından kaynaklanıyordu.

Wilhelm Dilthey de bilimleri metot bakımından ikiye ayırmıştır: manevî bilimler ve doğa bilimleri. Manevî bilimler anlama metodunu, doğa bilimleri ise açıklama metodunu kullanıyordu. Dil, edebiyat, sanat felsefe, hukuk ve bütün tarih bilimleri manevî bilimlerden sayılmıştır. Ancak burada mesela psikoloji her iki bilim grubunda yer alırken, mantık ve matematik bilimleri de arada kalmıştır. Bilim sınıflandırmalarıyla bir sonuca ulaşamayan felsefe, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında bilimlerin yöntemlerini eleştiren bilim teorisi ile uğraşmıştır.

Şu da unutulmamalıdır ki tarihin birçok noktasında bilim tarihi ile felsefe tarihi özdeşleşir. Aralarında bir mesafenin açıldığı 19. yüzyıldan sonra da bilimsel verileri toplayarak varlık dünyası hakkında genel bir açıklama yapma çabasına giren felsefe, şimdi bilime yaklaşmaya çalışmaktadır.

Einstein, Max Born, Niels Bohr, Heisenberg, Schrödinger, J. Monad gibi son yüzyılın tanınmış bilim adamları, kendi alanlarında felsefi kitaplar yazmışlardır.

Bacon'ın tümevarım, Galile'nin deney ve matematik yöntemlerini kullanan bilim, 18 ve 19. yüzyıllarda büyük başarılar elde etmiştir. Newtoncu pozitivist bilim görüşü bilimin dışarıdaki nesnel olguyu tam olarak yansıttığın söylemektedir; ancak 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki kuvantonlar alanındaki buluşlar ve Einstein'ın relativite teorisi, pozitivist bilim görüşünü sarsmaya başlamıştır.

Bilim, dış olguların doğru bir tasviri olmayabilirdi. Varlık dünyasına yüklediğimiz kavramlar doğru olmayabilirdi. Üç boyutlu zaman yerine dört boyutlu zaman, düzlem geometrisi yerine eğri geometriler, modern fizikte elektronun dalga olarak mı tanecik olarak mı alınacağı şeklinde birçok soru çıktı. Tümevarım yöntemine uymayan ve araştırılması gereken birçok fiziksel olgu vardı.

Değişmez, evrensel bilgiler sistemi olarak savunulan bilime, değişme fikri geldi. Peirce: "Bilim değiştiği için bilimdir." dedi. Bilimcilerin fikri de yanlış olabilirdi. Bacon'ın: "Soruları doğaya sorup geçerli olmadıkları taktirde fikrimizi değiştirmeye hazır olmalıyız." ilkesi gündeme geldi.

Bilim, dünyanın yapısının içinde var olan yasaları mı ortaya koyuyordu, yoksa insan kendi kafasındaki yasaları mı dünyaya yansıtıyordu? Kişi kendi zihnine uygun (öznel) açıklamalar yaptığı zaman nesnelliğin ters görünüşleri ile, tam nesnelliğe uygun açıklamalar tutarlı giderken buraya uymayan gerçek kümeleriyle karşılaşıyordu.

Kant'ın "doğru hem dış dünyanın hem de insan düşüncesinin ortak ürünüdür" şeklinde klasik görüşü hemen hemen aynen Einstein tarafından da savunuluyordu.

Bilimle felsefe, tekrar birbirine yaklaşıyordu. Ancak bilimle felsefenin birbirinden farklı disiplinler olduğunu gene de unutmamalıdır. Bilimle felsefenin ana farklılıkları da şu noktalardadır:

- Her bilimin konusu bellidir; doğa olayları ve insanların sosyal ilişkilerinden ortaya çıkan olaylar çeşitli bilimlerin konusunu oluşturur. Her bilimin konusu sınırlıdır. Felsefenin konusu ise evrenseldir; her şey felsefeye konu olabilir.

- Bilim ve felsefenin esas farkı metot yönündendir. Bilim olgularla hareket eder ve ulaştığı sonuçları olgularda temellendirir. Felsefe ise eskiden beri olguların yanında mantıksal çözümlemeye, kavramsal düşünme ve bazen de spekülasyona dayanır. Felsefede mantıksal çözümleme o kadar önemlidir ki, B. Russel 1914 yılında mantığı felsefenin özü olarak nitelemiş, R. Carnap ise felsefeyi mantıktan ibaret saymıştır.

- Bilimler bilgi üretir, felsefenin ise öyle bir amaç ve faaliyeti yoktur.

Bilim felsefesi, bu konuda görüş bildiren, teoriler ileri süren filozoflara göre değişir. Yeni pozitivistler onu, bilimin dilsel yapısını çözümleme, eleştirme ve aydınlatma olarak tanımlarken; başka düşünürler bilimsel yöntemin değerlendirilmesi veya doğruluğun ne olduğunu araştıran disiplin diye tanımlayabilirler.




Bilimin Tarih İçindeki Gelişimi

İnsanlığın ortak mirası olan bilim, günümüzdeki yüksek gelişmişlik düzeyine, uzunbir tarihsel süreç sonunda ve çeşitli aşamalardan geçerek ulaşmıştır. Bilimin tarihsel gelişimini belirli dönemlere ayırarak açıklamak konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.

İlk bilimsel çalışmalar Çin ve Hint'te başlamış, daha sonra Mısır ve Mezopotamya'dadevam etmiştir. Bu dönemde bilimin mitoloji, din ve büyü ile iç içe olduğunu görüyoruz. Bu coğrafyalarda astronomi, tıp, matematik gibi bilimlerin temelleri atılmıştır. Bilimsel faaliyet daha sonra milattan önce 600'lü yıllardan başlayarak eski Yunan'da devam etmiştir. Önceki uygarlıklardan alınan bilgilerin de etkisiyle bilim eski Yunan'da büyük bir ilerleme göstermiştir. Yunan'da bilim felsefeyle iç içe olmuştur. Bakıldığında o dönemin büyük filozoflarının aynı zamanda büyük birer bilim adamı olduğu görülür. Örneğin ilk filozof Thales, aynı zamanda astronom ve matematikçi, büyük filozoflardan biri olan Aristoteles ise aynı zamanda biyologdu. Antik Çağ'da Yunan dünyasında filozofların ilk nedenlerden yola çıkarak yaptıkları spekülatif açıklamalar doğa bilimi olarak nitelendirilmiştir. Ortaçağa gelindiğinde Avrupa'da özellikle V. ve X. yüzyıllar arasında bilimsel faaliyetin genel olarak durma noktasına geldiğini görüyoruz. Ancak bu dönemde filozoflar yoğun olarak mantık tartışmaları yapmışlardır. Bu dönemde yalnızca dinsel düşünce ön plana çıkmış, bilim ve felsefe dinsel otoritenin izin verdiği kadar gelişebilmiştir. Avrupa'da karanlık ortaçağ yaşanırken İslam kültür çevresinde M.S. VIII. ve XIV. yüzyıllar arasında özellikle bilim alanında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu gelişmelerin nedeni İslamiyetin doğuşu ve yayılışı sırasında önderlerin bilimsel düşünceyi teşvik etmeleridir. Nitekim bu dönemde yoğun bir çeviri faaliyeti başlamış, özellikle Eski Yunan'dan bilimsel ve felsefi eserler Arapçaya çevrilmiştir. VIII. yüzyılda Harun Reşit tarafından kurulan Beyt-ül Hikme adlı çeviri ve araştırma merkezinde; Aristoteles, Platon, Galenos ve Hipokrates vb. düşünürlere ait eserler Arapçaya çevrilmiştir. Harezmî (780-850) Doğuda ve Batıda ilk cebir kitabı sayılan Hisabü-l Cebr ve'l- Mukabele (Cebir Hesabı)'yi yazmıştır. Harezmî bu eserinde 1. ve 2. derece denklem çözümlerini vermiş, çözümlerinde binom formülünü kullanmıştır. Ayrıca Hintlilerden de yararlanarak sembollerden meydana gelen on tabanlı sayı sistemini bulmuştur. Yine astronomi ile ilgili de eserleri olan Harezmî, Halife Memun'un isteğiyle yer ve gökyüzü haritalarına yer verilen bir atlas hazırlamıştır. Astronomi, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih alanındaki eserleriyle ün kazanmış olan Birûnî (Beyrûnî, 973-1051) "Kanun" adlı eserinde yerin ekseni çevresinde döndüğünü ileri sürmüştür. Matematikte trigonometri ile ilgili önemli çalışmalar yapmış, fizikte de özgül ağırlık değerlerini bulmuştur. İbni Sinâ (980-1037) özellikle tıp alanında verimli olmuş bir bilgindir. Onun "Kanun fî't Tıp" adlı eseri Latinceye tercüme edilerek, batıda tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. O aynı zamanda hastalıkların hem bedensel hem de psikolojik nedenlerle meydana gelebileceğini ileri sürdüğü için modern psikolojinin öncüsü olarak kabul edilmiştir.

Batıda Ortaçağ boyunca büyük bir duraklama içerisine giren bilimsel çalışmalar, XV.ve XVI. Yüzyılda yaşanan Rönesansla birlikte yeniden başlamıştır. Önce İtalya'da ortaya çıkan, daha sonra Fransa ve Almanya'ya ve ardından da Avrupa'nın diğer ülkelerine yayılan Rönesans, başta bilim ve felsefe olmak üzere, kültürün çeşitli alanlarında bir yeniden doğuş dönemidir. Orta Çağdan yeni çağa geçiş dönemi olan bu dönem, Orta Çağ'ın "birleşik toplum" yerine "bireycilik" anlayışını getirmiştir. Bireycilik; devlet, dil ve edebiyattan giyim kuşama kadar her alanda etkili oldu. Serbestliği, özgürlüğü ve hümanizmi getirdi. Hümanizm (insancılık) anlayışı merkeze insanı yerleştirdi. İnsanın dünyadaki yeri ve anlamı sorgulandı. Rönesans dönemi bireyin ve aklın ön plana çıkmasıyla; bilimsel gelişmelerin, teknik buluşların ve keşiflerin hız kazandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde bilim, din ve felsefenin etkisinden kurtularak insanlığın yaşam koşullarını ve düşünce biçimini değiştirecek kadar hızlı bir şekilde ilerlemeye başlamıştır.

Rönesans içinde yaşanan ilk bilimsel devrimin Kopernik (1473-1543) tarafından geliştirildiğini söyleyebiliriz. Batlamyus'un yer merkezli evren anlayışı yerine güneş merkezli evren anlayışını benimsedi. Merkezde güneşin bulunduğunu, dünya ve diğer gezegenlerin ise onun etrafında hareket ettiğini söyledi. Onun bu görüşleri, Johannes Kepler (1571-1630) , Galileo Galilei (1564-1642) ve İsaac Newton (1643-1627) tarafından kanıtlanmıştır. Bu bilim insanlarının çalışmalarına ek olarak, bilimin hemen her alanında çok önemli çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalarla XIX. yüzyıl Sanayi Devrimine giden yolda önemli mesafeler kaydedilmiştir.

Bilimde büyük gelişmelerin olduğu bu dönem, aynı zamanda filozofların bilimin yöntemi üzerine düşünmeye, bilimler için metodoloji (bilimsel yöntem) sağlamaya çalıştıkları bir dönem olmuştur. Özellikle Francis Bacon (Frensis Beykın, 1561-1626) deney ve gözleme dayanmayan yeni bir bilgi ortaya koyma yerine, bir savı (iddia) kanıtlama yöntemi olarak gördüğü tümden gelimi reddetmiştir. O, bilimsel araştırmanın gözlem ve deneye, tek tek olaylardan genel sonuçlara giden tümevarımsal yönteme dayanması gerektiğini savunmuştur. Bir süre sonra Rene Descartes (Röne Dekart, 1596-1650), "Yöntem Üzerine Konuşma" adlı eserini yayınlamış ve bilimsel araştırmada izlenmesi gereken kuralları şu şekilde sıralamıştır: Apaçıklık, analiz, sentez ve sayma.

XVII. ve XVIII. Yüzyıllar, Newton fiziğinin doğaya uygulanmasına ve bilimin daha da ilerlemesine sahne olmuştur. Bu fizik, doğada mutlak bir determinizmin (gerekircilik) hüküm sürdüğü, evrende olup biten her şeyin neden-sonuç ilişkisine göre meydana geldiği düşüncesine dayanmaktadır. Buna göre doğa yasaları zorunlu olan yasalardır. Newton fiziği matematiğe ve özellikle Euklides (Öklid) geometrisine dayanmaktadır.

XIX. yüzyıl bilimin sanayi alanına uygulandığı ve "Sanayi Devrimi"nin gerçekleştiği bir dönemdir. Teknolojinin gelişmesi bilimsel araştırmalarda yeni ufuklar açmıştır. Fizikte, ışığın yayılması ve dalga kuramı; kimyada, atomla ilgili çalışmalar, enerjinin korunumu yasası ve termodinamik yasası gibi gelişmeler sayılabilir. XIX. yüzyıl aynı zamanda bilimlerin felsefeden ayrılma sürecinin tamamlandığı bir yüzyıl olmuştur. Bu dönemde Claud Bernard (Klod Bernar, 1813-1878)'ın çalışmalarıyla biyoloji, Aguste Comte (Ogüst Komt, 1798-1857)'un çalışmaları ile sosyoloji ve Wilhelm Wund (1832-1920)'un çalışmaları ile psikoloji, felsefeden koparak birer ayrı bilim ve bağımsız araştırma alanı haline gelmişlerdir.

XX. Yüzyıl Newton fiziğine büyük güvenin sarsıldığı bir dönem olmuştur. Newton fiziğine duyulan güveni sarsan üç önemli kuram ortaya konmuştur. Bunlardan birincisi, Albert Ainstein ( Albırt Aynştayn, 1879-1955)'ın görelilik kuramıdır. İkincisi, Max Planck (Maks Plank, 1848-1947)'ın kuantum kuramıdır. Üçüncüsü ise Werner Heisenberg (Verner Haysenberk, 1901-1977)'in doğa yasalarının kesin ve zorunlu yasalar olmayıp, olasılığa dayalı yasalar olduğunu dile getiren, olasılık ya da belirsizlik kuramıdır. Bu üç kuram Newton fiziğini aşmanın yanında geleneksel, klasik bilim anlayışını da sorgulanmasına neden olmuştur. Böylece kesin bilgiler olarak sunulan bilimsel bilgilerin güvenilir olduğu konusunda birtakım kuşkular ortaya çıkmıştır.

Bilimin Felsefenin Konusu Oluşu

Filozofların bilim üzerine düşünmeleri en azından Fransis Bacon'a kadar geri gider. Bacon Yeni Çağın bilim çağı olacağını sezinlemiş, bilimin gelişimini hızlandırmak için yeni bir yöntem (tümevarım) önermiştir.Aynı şekilde ‹mmanuel Kant da bilim üzerine düşünmüş, özellikle Newton fiziğini temellendirmeye çalışmıştır. Bununla birlikte, bilim felsefesinin yeni bir felsefe dalı olarak ortaya çıkışını hazırlayan en önemli olaylar, XIX. Yüzyıl ile XX. yüzyılın başındaki bilimsel gelişmeler olmuştur. Son dönemde bilimin olağanüstü başarıları, ona olan ilgiyi büyük oranda artırmış, düşünürleri bilimi sorgulamaya itmiştir. Bunun sonucunda bilim felsefesi ayrı bir felsefe dalı olarak ortaya çıkmıştır. Bilim felsefesi bilim üzerine düşünmektir. Bilim felsefesinin konusu bilimdir. Bilimin; geçerliliği, güvenilirliği, kavramları, yasaları, sınıflandırılması vb. dir.

Felsefe, bilimi ve ulaştığı sonuçları da içine alarak tüm varlığı anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bunu yaparken bilimin ulaştığı sonuçlardan da yararlanır. Felsefe sadece bilimden ve onun verilerinden yararlanmakla kalmaz. Yepyeni sorularıyla ve temellendirilmiş açıklamalarıyla bilime yeni hedefler gösterir onun ufkunu açar.

Ürün Olarak Bilim

Bu görüş, bilimi ve bilimsel kuramları bilim insanının yaratıcı çalışmasının sonucu ortaya çıkan ürün olarak görür. Mantıkçı pozitivizm olarak da bilinen bu yaklaşıma göre bilim; bilimsel yöntemle elde edilmiş kuram ve kanunlardan oluşmuş kesin, nesnel, birikerek ilerleyen bilgiler yığınıdır. Bilimin ürünleri, bilimsel yöntem kullanılarak ve bilim insanının bireysel yaratıcılığı ile elde edilmiş bilgilerdir. Bilimi anlamanın yolu ürün olarak ortaya konmuş bu bilgiler yığınını incelemektir. Başka bir değişle bu yaklaşım, bir ürün olarak gördüğü bilimin yapısını, dilini ve yöntemini açıklamaya çalışır. 1920'li yıllarda Viyana'da belirli aralıklarla toplanan bir grup bilim adamı ve filozofun geliştirdiği bir yaklaşımdır. "Viyana Çevresi" denilen bu düşünürlerin en ünlüleri; Hans Reichenbach (Hans Rayhınbah,1891-1953), Rudolph Carnap (Rudolf Karnap, 1891-1970) ve Carl Gustav Hempel (Karl Gustav Hempel, 1905-...)'dir. Bunların yaklaşımları ise mantıkçı pozitivizmdir. Bu yaklaşıma göre öncelikle bir bilimsellik ölçütü geliştirilir, daha sonrada bu ölçüte dayanılarak bilim ve felsefe metafizik kabullerden ve metafizik önermelerden ayıklamaya çalışılır. Bu ölçütlerden ikisi anlamlılık ve doğrulanabilirliktir.

Konu Başlıkları:

Hans Reichenbach ve Ürün Olarak Bilim

H. Reichenbach; bilimi çözümlemek ve onu açıklamak için bilim dilini çözümlemek gerektiğini savunur. Bilimsel Felsefenin Doğuşu adlı eserinde şu düşünceleri savunur; bilim konuşma diline dayalıdır. Eğer dili çözümler, onun belirsizliklerini ortadan kaldırır yani sembolik bir dizgiye çevrilebilirse bilimin çözümlenebileceğini düşünür.

Reichenbach'a göre bilimselliğin ölçütü doğrulanabilirliktir. Doğrulanabilen önermeler anlamlıdır. Anlamlı önermeler doğrulanabilme ya da yanlışlanabilme özelliğine sahip olan önermelerdir. Bilim dışı önermeler doğruluk değerine sahip olmadığı için bilimsel değildir. Metafizik, estetik ve etiğin önermeleri doğrulanamaz, bu tür önermeler anlamlı önerme değildir. Kısaca olgulardan elde edilip tekrar olgularla denetlenemeyen önermeler bilimsel önerme değildir.

Reichenbach'a göre Anlamlı önerme doğrudan doğrulanabilen önermedir. şimdiye ait önermeler doğrudan doğrulanabildiği halde geçmişe ve geleceğe ait önermeler dolaylı olarak doğrulanabilmektedir. Doğrulamanın en yalın yolu doğrudan gözleme başvurularak yapılır. "Bilgin Baran'ın boyu 1.15 cm'dir." önermesi doğrudan doğrulanabilir bir önermedir. Metre ile Bilgin Baran'ın boyu ölçülür, eğer 1.15 cm gelirse önerme doğru gelmezse yanlış olur. "Kar beyazdır.", "bugün hava yağışlıdır." vb. önermeler de doğrudan doğrulanabilen önermelerdir. Kimi önermeler doğrudan gözleme tâbi tutulamaz. Örneğin; "Cumhuriyet, ülkemizde 29 Ekim 1923'te ilan edildi." gibi geçmişe ait bir önerme ancak bir takım araştırmalarla ve belgelerin incelenmesiyle dolaylı olarak doğrulanabilir.

Rudolf Carnap ve Ürün Olarak Bilim

Rudolf Carnap'a göre bilimsel önermeleri doğrulamanın en iyi yolu "sembolik mantıktır. Ona göre bir önermenin anlamlı olabilmesi için ya doğrudan olgusal bir dille ya da olgusal bir dilin kısaltılması olan sembolik mantık diliyle ifade edilmiş olması gerekir. Bir önermeyi çözümlemenin başlıca amacının o önermenin doğrulama yönteminin belirlenmesi olduğunu ileri süren Carnap'a göre, doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki tür doğrulama vardır. Örneğin, "Dışarıda yağmur yağıyor." Önermesini camdan dışarıya bakarak doğrudan doğrulayabilirim. "Bu küpe gümüşten yapılmıştır." önermesinin doğrulaması ise ancak gümüşü çeşitli testlere tabi tutarak anlaşılabileceğinden dolaylı bir doğrulama olacaktır. Bu önermelerle ilgili deney ya da gözlemlerimiz olumlu sonuç verirse doğrulukları büyük oranda kesinlik kazanır. Fakat tam kesinliğe hiçbir zaman ulaşılamaz. Ona göre hiçbir doğrulama tam değil kısmi bir doğrulamadır. Örneğin , "Bütün insanlarda safra kesesi vardır." önermesi, bütün insanların safra keselerinin olduğunun test edilmesi ile doğrulanabilir. Böyle bir gözlemin yapılması mümkün olmadığından söz konusu önermemiz ancak kısmi olarak doğrulanabilir.

Carnap, doğrulanabilirlik açısından metafizik önermeleri de incelemiştir. Ona göre metafizik önermeler teorik ve olgusal kategoriye girmeyen önermelerdir. Örneğin, "Evrenin ana maddesi havadır." gibi bir metafizik önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayacak bir yöntem yoktur. Yani bu tür önermeler test edilemezler.

Ne doğrudur ne de yanlıştır denilemeyeceği ve doğruluğunu ortaya koyacak deneysel yöntem mevcut olmadığı için bu tür önermeler anlamsız ve saçmadırlar. Bütün bunların sonucunda Carnap şöyle der; bir önermenin anlamlılığı ya da doğruluğu kanıtlama yöntemine bağlıdır. Eğer bir kanıtlama yöntemi yoksa o önermenin bir doğruluğu da yoktur.

Lütfen Bakınız
:


Rudolf Carnap Kimdir?

(d. 1891 - ö.1970)

Alman asıllı ABD'li düşünür.

Mantıkçı pozitivizm akımını geliştirmiş olan bir grup bilim adamı, filozof ve matematikçinin 1930'larda kurmuş olduğu Viyana Çevresinin en seçkin üyelerinden biri olan Carnap, mantık ve bilim felsefesine, olasılık kuramıyla da tümevarımsal çıkarım konusuna önemli katkılar yapmıştır.

Lütfen Bakınız:
 
Rudolf Carnap'ın Hayatı ve Eserleri

Rudolf Carnap, Batı Almanya’da 1891 yılında doğdu. Barmen Gymnasium’unda orta öğrenimini tamamladı ve 1910-1914 yılları arasında Jena Üniversitesi’nde fizik okudu. Bu dönemde Kant’ın Kritik der Reinen Vernunft adlı başyapıtını okuduğu bir ders aldı. Ayrıca Gottlob Frege’nin bazı derslerine devam etti. Birinci Dünya Savaşı’nda üç yıl askerlik yaptı ve 1917-1918 yıllarında Berlin Üniversitesi’nde fizik okumak üzere ordudan izin aldı. O sırada Albert Einstein da aynı bölüme profesör olarak yeni atanmıştı. Carnap daha sonra Jena Üniversitesi’ne geçti ve uzay ve zamana ilişkin aksiyomatik bir dizgeyi savunduğu bir tez yazdı. Tezi fizik bölümü fazla felsefî, felsefe bölümü de fizikle ilgili bulunca felsefe bölümünden Bruno Bauch’un gözetiminde Kantçı görüşlere daha yakın yeni bir tez yazdı. Bu tez 1922 yılında Kant Studien’in bir ek sayısında Der Raum (Uzay) başlığı ile yayımlandı. Bu çalışmasında Carnap biçimsel, fiziksel ve algısal veya görsel uzaylar arasındaki ayrımları netleştirmeye çalıştı.

Carnap 1921 yılında Russell ile Principia Mathematica ile ilgili olarak mektuplaştı. 1924 ve 1925 yıllarında Edmund Husserl’in bazı seminerlerine devam etti. 1923’te bir konferansta Hans Reichenbach’la tanıştı. Reichenbach Carnap’ın Schlick ile temas etmesini sağladı ve Schlick, Carnap’a Viyana Üniversitesi’nde akademik bir iş teklif etti. Carnap bu teklifi kabul etti ve 1926 yılından itibaren Viyana Üniversitesi’nde akademik çalışmalarına başladı. Bir yandan da Viyana Çevresi ile temas etti ve düzenli toplantılara katıldı.

Carnap 1929 yılında Otto Hahn ve Otto Neurath ile birlikte Viyana Çevresi’nin Bildirisi’ni kaleme aldı. Aynı yıl Hans Reicehenbach’la birlikte Erkenntnis dergisini çıkarmaya başladı.

1928 yılında Carnap iki kitap yayımladı: Der logische Aufbau der Welt (Dünyanı n Mantıksal Yapısı) ve Scheinprobleme in der Philosophie (Felsefenin Sözde Sorunları). Carnap Dünyanın Mantıksal Yapısı’nda bilimsel terimleri görüngüsel terimler cinsinden tanımlayacağı biçimsel bir dizge geliştirmeye çalıştı. Söz konusu biçimsel dizge, ikili bir yüklem olan “benzerlik”e dayanıyordu. Eğer iki birey birbirine benzer ise söz konusu ikili yüklem sağlanmış oluyordu. Çalışma, ayrıca Principia Mathematica’da geliştirilen mantıktan da azamî ölçüde yararlanıyordu. Ancak Carnap elde ettiği sonuçtan kendisi de tatmin olmadı ve projeyi ileriki yıllarda geliştirmeye çalışmadı. (Hatta 1967 yılına kadar İngilizce’ye çevrilmesine dahi izin vermedi.) Felsefenin Sözde Sorunları’nda ise pek çok felsefî sorunun aslında anlamsız olduğunu, çünkü dilin yanlış kullanımından kaynaklandığını savundu. Bu kitapta Carnap’ın savunduğu görüşlerin doğrudan bir sonucu ise metafiziğin felsefî söylemden tamamen elenmesiydi.

1930 yılının şubat ayında Polonyalı mantıkçı ve matematikçi Alfred Tarski Viyana’da dersler verdi. İzleyen kasım ayında Carnap, Tarski’yi Varşova’da ziyaret etti ve kendisinin anlambilime ilişkin olarak geliştirdiği kuramsal yaklaşımı hakkında bilgi edindi. (Tarski’nin doğruluk kuramını aşağıda ayrı bir alt bölümde ele alıyoruz.) Carnap, Tarski’nin çalışmalarından etkilendi ve Tarski’nin doğruluğun tanımlanmasına ilişkin yaklaşımını kendi felsefî projesine eklemlemeye çalıştı.

Carnap 1931 yılında öğrenim dili Almanca olan Prag Üniversitesi’nde profesör olarak göreve başladı. Kendisinin en tanınmış eseri olan Logische Syntax der Sprache’yi (Dilin Mantıksal Dizimbilimi) burada kaleme aldı ve 1934 yılında yayımladı. Bu eserinde “hoşgörü ilkesi”ni de ortaya attı. Bu ilkeye göre “doğru” olarak adlandırılabilecek bir dil veya mantık söz konusu olamaz. Herkes amaçlarına uygun olan dilsel bir biçimi benimsemekte özgürdür.

Tarihsel açıdan ilginç karşılaşmalardan birisi de Carnap ile Quine’ın Prag’da bir araya gelmeleridir. Bir bursla Avrupa’da bulunan Quine, Prag’da Carnap ile tanışmış ve Carnap’ın çalışmaları hakkında kendisi ile konuşma olanağı bulmuştur. Felsefî yaklaşımları birbirlerinden kökten bir biçimde farklılaşsa da bu iki felsefeci arasında Prag’da kurulan karşılıklı saygıya dayalı ilişki yaşamları boyu devam etmiştir.

Carnap, Nazizm’in yükselişe geçmesi üzerine kendi sosyalist ve pasifist görüşleri nedeniyle kendisini tehdit altında hissetti ve 1935 yılında ABD’ye göç etti. 1941’den itibaren de bu ülkenin vatandaşı oldu. 1936-1952 yılları arasında Chicago Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak görev yaptı. Quine’ın daveti ve aracı- lığıyla 1939-1941 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde bulundu. Aynı yıllarda orada bulunan Alfred Tarski ile yeniden temas etme olanağı buldu.

Şikago’da bulunduğu yıllarda Carnap anlambilim, kiplikler mantığı, olasılık ve tümevarım mantığı üzerine kitaplar yazdı. Kiplikler mantığı üzerine çalışmaları olanaklı dünyalara gönderme yapmakta ve Kripke’nin 1959 yılından itibaren ön plana çıkardığı çalışmalarına paralellik arz etmekteydi. 1954 yılından itibaren UCLA’de (Los Angeles’teki Kaliforniya Üniversitesi) göreve başladı. Burada çalışmalarının odağında bilim felsefesi, doğrulanma vb. konular yer aldı.

Carnap iki kez evlenmiş ve ilk evliliğinden dört çocuk sahibi olmuştur. On dört yaşındayken kendi çabasıyla Esperanto öğrenmiş, 1908’de ve 1922’de iki kez Dünya Esperanto Kongresi’ne katılmıştır. 1970 yılında hayata veda eden Carnap’ın termodinamik, tümevarım mantığı ve olasılık ile ilgili üç eseri ölümünden sonra yayımlanmıştır.

Mantıksal Dizimbilim Nedir?

Carnap’ın Dilin Mantıksal Dizimbilimi adlı ederi Wittgenstein’ın Tractatus’una bir cevap olarak ele alınabilir. Carnap bu çalışmasında Wittgenstein’ın Tractatus’ta önerdiği mantıksal dizimbilim kavramını ele alır ve geliştirir. Bilindiği gibi Wittgenstein, Tractatus’ta dilin yüzeysel yapısının bizi yanılgılara düşürmesinden sakınmak için farklı simgeler için aynı işaretlerin kullanılmadığı ve farklı işaret etme kiplerine sahip işaretler için farklı işaretlerin kullanıldığı mantıksal bir dizimbilim geliştirilmesi gerektiğini ifade etmiştir (Tractatus, 3.325). Öte yandan Wittgenstein, önermelerin mantıksal formu temsil etmek konusunda tam olarak yeterli olmadıklarını da öne sürmüştür. Önermeler mantıksal formu sadece gösterebilirler (Tractatus, 4.121).

Carnap tıpkı Aufbau projesinde olduğu gibi herkesin yapılması gerektiğini söyleyip yapmadığı işe soyunan kişi olur. Söz konusu dizimbilimi geliştirme işine girişir. Ayrıca Wittgenstein’ın önermelerin temsil gücü hakkındaki çekincelerini de kendisi ile paylaşmaz.

Carnap mantıksal dizimbilimi şu şekilde tanımlar:

Bir dilin mantıksal dizimbilimi ile o dilin dilsel biçimlerinin biçimsel bir kuramını dili yöneten biçimsel kuralların sistemli ifadesini ve bu kuralları izleyen sonuçların geliştirilmesini kastediyoruz. Bir kuram, bir kural, bir tanım veya bunun gibileri ya simgelerin (örneğin, sözcüklerin) anlamına ya da (cümleler gibi) ifadelerin anlamına hiçbir gönderim yapılmadığında, ancak ifadelerin kendilerinden hareketle inşa edildiği simgelerin sadece ve basitçe türlerine ve sıralarına gönderimde bulunulduğunda biçimsel olarak adlandırılır (Logical Syntax of Language, s.1).

Mantıksal dizimbilimin amacı, işaretlerden oluşan bir dizge oluşturarak mantıksal çözümlemenin sonuçlarını bir muğlaklığa yol açmaksızın tam olarak ifade edebilmektir.

Carnap’a göre bu başarılabilirse felsefe, bilimin cümlelerinin ve kavramlarının mantıksal olarak çözümlenmesine dönüşebilecektir. Felsefe bilimin mantığı olacaktır. Bu, Leibniz’in kurduğu characteristica universalis rüyasının gerçekleşmiş halidir.

Carnap mantıksal dizimbilim sayesinde metafiziğin cümlelerinin mantıksal çözümleme ile boş veya anlamsız olduğunu gösterebileceğini, bu itibarla da metafiziğin cümlelerinin dizimbilimin kurallarını ihlal eden sahte cümleler olduğunun iddia edilebileceğini düşünmektedir. Geriye kalan anlamlı felsefî sorunlar, bilimin mantığı ile ilgili sorunlar olacaktır. Görüldüğü gibi Carnap’ın amacı; metafiziği ortadan kaldırarak bir tür felsefeye yer açmaktır. Felsefeyi tamamen ortadan kaldırmak değildir.

Carnap mantıksal dizimbilimin önermelerin yapısını ve önermeler arası bağıntıları gözler önüne sererek önermelerin doğrulanma yöntemini belirlememizi sağlayacağını düşünmektedir.
Carnap dizimbilim ile ilgili çalışmalarını yürütürken, dizimbilimin sınırları içerisinde doğruluğu tanımlamayı denemiş ancak dilin sınırları içerisinde doğruluk yükleminin kullanımını bir türlü açıklığa kavuşturamamıştır. Carnap bu açılımı Tarski’den öğrenir. Carnap’ın öğrencilerine Tarski’nin kendisine doğruluk hakkındaki görüşlerini ilk kez anlattığı görüşmelerini şu şekilde anlattığı rivayet edilir. Bir kafede oturmaktadırlar ve Carnap “Bu masa siyahtır” gibi duyusal içeriği olan (mantıksal-matematiksel olmayan) bir önermenin doğruluğu hakkında ne söyleyebileceğini Tarski’ye sorar. Tarski “ ‘Bu masa siyahtır’ ancak ve ancak bu masa siyahtı r ise” şeklinde cevap verir. Bu cevap Carnap’ın uzun zamandır arayıp da bulamadığı bir kuramı içermektedir. Carnap’ın o anda yaşadığı hislerini “gözümdeki perde nihayet kalkıverdi” (İng. “the scales fell from my eyes”) diyerek ifade ettiği söylenir (The Semantic Tradition from Kant to Carnap, s.304).

Rudolf Carnap ve Ürün Olarak Bilim

Rudolf Carnap'a göre bilimsel önermeleri doğrulamanın en iyi yolu "sembolik mantıktır. Ona göre bir önermenin anlamlı olabilmesi için ya doğrudan olgusal bir dille ya da olgusal bir dilin kısaltılması olan sembolik mantık diliyle ifade edilmiş olması gerekir. Bir önermeyi çözümlemenin başlıca amacının o önermenin doğrulama yönteminin belirlenmesi olduğunu ileri süren Carnap'a göre, doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki tür doğrulama vardır. Örneğin, "Dışarıda yağmur yağıyor." Önermesini camdan dışarıya bakarak doğrudan doğrulayabilirim. "Bu küpe gümüşten yapılmıştır." önermesinin doğrulaması ise ancak gümüşü çeşitli testlere tabi tutarak anlaşılabileceğinden dolaylı bir doğrulama olacaktır. Bu önermelerle ilgili deney ya da gözlemlerimiz olumlu sonuç verirse doğrulukları büyük oranda kesinlik kazanır. Fakat tam kesinliğe hiçbir zaman ulaşılamaz. Ona göre hiçbir doğrulama tam değil kısmi bir doğrulamadır. Örneğin , "Bütün insanlarda safra kesesi vardır." önermesi, bütün insanların safra keselerinin olduğunun test edilmesi ile doğrulanabilir. Böyle bir gözlemin yapılması mümkün olmadığından söz konusu önermemiz ancak kısmi olarak doğrulanabilir.

Carnap, doğrulanabilirlik açısından metafizik önermeleri de incelemiştir. Ona göre metafizik önermeler teorik ve olgusal kategoriye girmeyen önermelerdir. Örneğin, "Evrenin ana maddesi havadır." gibi bir metafizik önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayacak bir yöntem yoktur. Yani bu tür önermeler test edilemezler.

Ne doğrudur ne de yanlıştır denilemeyeceği ve doğruluğunu ortaya koyacak deneysel yöntem mevcut olmadığı için bu tür önermeler anlamsız ve saçmadırlar. Bütün bunların sonucunda Carnap şöyle der; bir önermenin anlamlılığı ya da doğruluğu kanıtlama yöntemine bağlıdır. Eğer bir kanıtlama yöntemi yoksa o önermenin bir doğruluğu da yoktur.



Carl Gustav Hempel ve Ürün Olarak Bilim

Hempel de bilimi ürün olarak ele alan filozoflardandır. O da bir ürün olarak gördüğü bilimin yapısını ve yöntemini açıklamaya çalışır. Ona göre bilimsel açıklama iki türlü yapılır: tümdengelimle ve tümevarımla. Tümdengelimle yapılan açıklamalara "yasalı", tümevarımla yapılan açıklamalara ise "olasılıklı açıklama" der. Bilimsel yöntemin tümevarım ve tümdengelimin bir birleşimi olduğunu savunursa da tümden gelimin, tümevarıma göre daha ağırlıklı rol oynadığını düşünür. Bütün bu açıklamalarına rağmen Hempel'e göre bilimde buluş yapmanın ve ürün ortaya koymanın kesin bir yöntemi yoktur. Bilimde önemli olanın buluşun nasıl gerçekleştirildiği değil, ortaya konulan ürünün bilimselliğinin nasıl ve hangi yöntemlerle kanıtlandığıdır. Aynı zamanda Hempel'e göre bilimsel açıklamaların iki koşulu vardır; mantıksal uygunluk ve deneysel uygunluktur.


Etkinlik Olarak Bilim

Bu yaklaşım bilimi, bilim adamları topluluğunun bir etkinliği olarak görür. Bu yaklaşımı savunan filozoflara göre bilim; o dönemin değerlerinden, inançlarından bağımsız bir ürün değildir. Bilim adamları topluluğu da o toplum içinde yaşamaktadır ve toplumdaki inanç, değer ve kültürel değişimler onları da etkilemektedir. Etkinlik olarak bilim yaklaşımını savunanların en tanınmış temsilcileri; Thomas Kuhn (Tomas Kun, 1922-1997) ve Stephen Toulmin (Sitefan Tulmin, 1922-...)'dir.


Thomas Kuhn ve Etkinlik Olarak Bilim

Kuhn bilimi anlamaya yönelik eserinde (Bilimsel Devrimlerin Yapısı), bilim adamlarının psikolojisiyle, bilim adamları topluluğunun sosyolojik özelliklerinin, bilimi anlamada çok önemli rol oynadığını vurgular. Yani bilimi anlamada bilimsel araştırma sürecine ideoloji, ahlak, inanç, gelenek, görenek gibi ögeleri de katar.

Kuhn, bilim adamlarının etkinliği olarak gördüğü bilimin gelişim aşamalarını, "Bir bilimin ilerleme tarzı konulu tablosu"nda açıklamıştır. Buna göre bilim şu aşamalardan
geçerek ilerler:

1) Bilim öncesi dönem,
2) Olağan bilim dönemi,
3) Bunalımlar,
4) Devrim

Her bilim dalı, kendi tarihi içinde bu aşamalardan geçerek ilerler. Bilim öncesi dönem bir hazırlık dönemidir. Bu dönemde araştırmacılar hangi olay veya olguların açıklamaya ve incelemeye değer olduğu, hangi yöntemi kullanmaları gerektiği ve hangi gözlemlerin önemli olduğu konusunda görüş ayrılığı içindedirler. Yine araştırmacıların, kendisinden hareketle, çalışacakları, temel kabul edecekleri tek bir kuramsal öncüller grubu da yoktu. Sonra bilim insanlarından birisinin teorisi kendisini kabul ettirir. Kuhn işte bu yöntem yada teoriye paradigma adını verir. Ona göre paradigma, bilimsel bir yaklaşımın, ele aldığı olguları ve bunlar arasındaki ilişkileri anlamak ve sorgulamak için doğrudan ve dolaylı olarak kullandığı tüm kabuller, inançlar, kurallar, kavramsal ve deneysel araçlardır. Bir başka değişle paradigma, bilimsel bir yaklaşımın doğayı ve toplumu algılama ve sorgulama biçimidir. Örneğin, Güneş merkezli Evren teorisi bir paradigmadır.Yine Newton fiziği, Einstein fiziği birer paradigmadır. Paradigmaya bağlı olarak çalışılan bu dönem Kuhn'un olağan bilim dediği dönemdir. Bu dönemde kuramlar etrafında toplanan bilim insanları; evren, toplum, insan, hastalık vb. problemleri çözerler. Bilim ve teknoloji alanlarında yeni buluşlar ortaya koyarlar.

Kuhn'na göre olağan bilim döneminde, paradigma tarafından çözülemeyen bir takım problemler ortaya çıkar ve bilim bir bunalım dönemi içine girer. Bu dönemde bilimler, insanlığın ihtiyacı olan teknolojiyi karşılayacak düzeyde değildir. Evren hakkında doyurucu yanıtlar verememektedir. Bilimsel açıklamalar ile gerçeklik arasındaki uyumsuzluk sürekli artmaktadır. Bu durumda bilim öncesi dönemindeki arayışlar başlar. Bu bunalım döneminde genç bir bilim insanı ortaya çıkar, yeni bir paradigma ortaya koyarak bilimsel devrimi başlatır. Kuhn'a göre devrim aşamasında ortaya konulan paradigma, eski paradigmayla karşılaştırılamayacak kadar farklıdır. Bu aşama bir paradigmanın sona erdiği, yeni bir paradigmanın ise geçerli olmaya başladığı dönemdir.

Etkinlik olarak bilim görüşüne göre, ürün olarak bilim görüşünde olduğu gibi bilim, düz bir çizgi biçiminde sürekli mükemmele doğru ilerlemez, bir paradigmadan diğerine sıçrayarak ilerler. Bilim, ürün olarak bilim anlayışında olduğu gibi "yuvarlandıkça büyüyen bir kartopu" gibi değildir. Kartopu bazen kayaya çarpar ve dağılır. Dağılan parçalardan yeni paradigmalar ortaya çıkar ve bir gün dağılmak üzere yoluna devam eder. Ayrıca bu anlayışa göre paradigmaların doğruluğundan yada yanlışlığından söz edilemez yalnızca geçerliliğinden söz edilebilir. Paradigma sorulara yanıt verdiği sürece yaşar, yoksa yerini yenilerine bırakır.




Stephen Toulmin ve Etkinlik Olarak Bilim

Toulmin'e göre bilim tarihsel ve toplumsal boyutları olan bir etkinliktir. Bilimi açıklarken bu boyutları dikkate almak gerektiğini düşünür. Bunun yanında o, bilimi evrimci bir bakış açısıyla ele alır. Nasıl doğada yeni koşullara uyum sağlayabilen türler yaşıyor, sağlayamayan ise yok olup gidiyorsa bilimde de yeni koşulların ortaya çıkardığı problemleri diğer kuramlardan daha iyi çözüm getirebilen kuramlar güncelliğini koruyarak varlığını sürdürmektedir.


Bilimin Değeri Nedir?

Bilim insanın merak etme ve öğrenme isteğinden doğmuş, en değerli bilgi dalıdır. Doğayı anlama ve onu belirli ölçülerde kontrol altına alma uğraşında en önemli güçtür. İnsan bilim sayesinde, doğayı ve toplumsal gerçekliği anlayabilir. Yine bilimin verileri sayesinde teknoloji üretebilir. Yine bilim sayesinde insanlar bilimsel bir bilinç kazanırlar. Bilimsel devrimler sayesinde, üretim biçimlerinde, kitle iletişim araçlarının kullanımında ve devlet yönetiminde olumlu değişiklikler olmuştur. Bilime değer veren ve onu toplumsal yaşamın en güvenilir yol göstericisi olarak gören görüşün karşısında olanlar da vardır. Bilime karşı olumsuz tavır alanlar iki grupta toplanabilir: Birinci grupta bilimin aydınlığından korkanlar yer alırken ikinci grupta teknolojinin yarattığı olumsuzlukları ve bilimin kötüye kullanılmasını bilime mal edenler yer alır. Bazı ünlü düşünürler dahi bilime karşı olumsuz tavır içinde olmuş ve olumsuz sözler söylemişlerdir. Örneğin Fransız fizik bilgini Blaise Pascal (Blez Paskal, 1623-1662) şöyle der: "İnsan bilimleri bilmekle, bilmemekten daha çok insanlığını yitirir". Albert Einstein ise "Bilim köleler yaratmaktan başka bir işe yaramadı; savaş zamanında bizi zehirlemeye paramparça etmeye yarıyor; barış zamanında da yaşamımızı çekilmez, kararsız duruma sokuyor. Bilimler, insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde kölelikten kurtaracak yerde, onları makinenin kölesi yapıyor."der. Bu tür olumsuz eleştirilere en güzel cevaplardan birini Albert Bayet vermiştir. "Bilim Ahlakı" adlı eserinde şöyle der: " Bilgin, bilgin olarak değil herhangi bir insan kadar suçlu olabilir ve ne yazık ki çok zamanda(suçlu) olmuştur. Suç işlerinde kullanıldığı zaman, bilim bir suç ortağı değil, olsa olsa o işin kurbanıdır." Bilim ve teknolojideki gelişmeler insanlığın yararına kullanıldığı gibi zararına da kullanılabilir. Örneğin, fizik ve kimya alanındaki gelişmeler atomun bulunmasını sağlamıştır. Atom, atom santralleri kurularak insanlığın yararına enerji üretiminde kullanılabileceği gibi atom bombası yapılarak insanları öldürmek içinde kullanılabilir. Aynı biçimde barut, kayaları parçalamak, tüneller açmak ve geçitler yapmak için kullanılacağı gibi, kentleri yıkmak insanları öldürmekte de kullanılabilir. Anlaşılacağı üzere sorun, bilimin ortaya koyduğu buluşların insanlığın yararına kullanılmamasıdır.

Bilimin sonuçlarının insanlığın yararına kullanılmasıyla sorun ortadan kalkacak, bilim artık suçlu ilan edilmeyecektir.

Konu Başlıkları:


Bilimin Değeri: Bilimsel bilginin diğer bilgi türleri ile tamamlanmasının gerekliliği

Bilimin sağlam zeminlerde ilerleyebilmesi için sadece gözlem, deney, araştırma gibi çabalar yetmez. Bütün bilimler, kendilerini her zaman kontrol eden mantık, matematik gibi formel disiplinlerin (bilim) bilgi türleriyle ve teknolojinin kolaylıklarıyla tamamlanmalıdır.

Mantık

Düşünme konumumuz ve biçimimiz ne olursa olsun birtakım mantık ilkelerine dayanarak düşünmek zorundayız. Her türlü bilimsel çalışma için mantık özellikle gerekli bir düşünme biçimidir.

Her bilimin amacı, kendi alanına giren konuları belirleme ve açıklamadır. Açıklamanın mantıksal kurallara uygun olarak yapılması gerekir. Bilimsel metodun başlıca öğeleri olan açıklama, ön-deyi ve doğrulama mantık üzerine dayalıdır.

Mantık, olguların açıklanması ile değil, doğru düşünme kuralları ile uğraşır. Mantık için önemli olan sadece yargılarımızın doğruluğu değil, yargılarımız arasındaki ilişkilerin ve akıl yürütmenin doğruluğudur. Olgusal önermelerin iç doğruluğunu tespit bilimlerin işidir; bunlar doğru olduğu taktirde bunlardan yapılacak çıkarımlar tespit te mantığın işi. Bilimsel çalışmalarda verilen hükümlerin olgusal doğruluğu kadar mantıksal doğruluğu da önemlidir.

Bilim adamlarının ulaştığı sentetik önermeler doğru ise, bunlardan mantık kurallarına göre yapılacak çıkarımlar da doğrudur. Mantıksal çıkarımların yapılacağı temel önermelere “öncüller” denir. Mantık, bu öncüllerden doğru sonuçların çıkartılmasıyla uğraşır.

Bilimin ana yöntemleri olan tümdengelim ve tümevarım çıkarımları yaparken de mantığa dayanmak zorunda kalırız. Bilimde her iki çıkarım türüne de sık sık başvurulmaktadır. Bilimsel genellemelere ulaşmada tümevarım (induction), bu genellemeleri açıklama gücü taşıyan gözlem verileri ile doğrulamaya tümdengelim (deduction) denir. Hangi alanda çalışılırsa çalışılsın, her bilim adamının sağlam bir mantık bilgisinin olması gerekir.

Matematik

Bilimsel bilginin temelinde yer alan formel bir bilim de Matematiktir. Matematik de, mantık gibi, kesin ve zorunlu sonuçlarla ilgilenen bir disiplindir.

Matematikte ispatlanmış önermeler olan teoremlerin, bu ispatın dayandığı öncüller (aksiyomlar) reddedilmedikçe yanlış çıkma ihtimalleri yoktur. Olgusal bilimlerdeki önermeler ters bir gözlem veya deneyle yanlışlanabilir. Oysa Matematikte önermeler için böyle bir tehlike söz konusu değildir. Matematikte önermelerin doğruluk değeri gözlem verilerine bağlı değildir. Mantıksal açıdan da matematikte önermeler sentetik değil, doğrulukları apriori (gözlemden bağımsız ) olarak kabul edilen analitik önermelerdir.

Matematik insan zihninde yapılan bir oyun değildir. O, hemen bütün olgusal bilimlere uygulanabilir. Matematik, bilimsel bulgu ve yasaları açık, kesin ve kısa olarak ifade etmeye yarayan ideal bir dildir. Matematik, bilimsel bir hipotez ve teorinin doğrulanma işlemi için gözlem sonuçlarını ortaya çıkarmada vazgeçilmez bir araçtır. Matematiğin sağladığı çıkarım teknikleri olmadan, soyut teorilerin ne doğrulanması ne de bunlardan açıklama ve ön-deyi konularında yararlanılması mümkün değildir.

Bilime matematiksel tekniği tam olarak yerleştiren Newton’dur. Olgusal bilimlerle matematik birleştikten sonra hem fizik, kimya, astronomi gibi doğa bilimlerinde hem de istatistiksel yöntemler vasıtasıyla beşeri bilimlerde büyük ilerlemeler sağlamıştır. Matematik dilini kullanan olgusal bilimlerde büyük ilerlemeler sağladığı gibi, bu işbirliği matematik bilimlerinde de önemli gelişmelerin olmasını sağlamıştır.

Galile, “evren denilen bu yüce bir kitabı, yazıldığı dili ve alfabeyi bilmedikçe anlamaya imkân yoktur. Evren matematiğin dili ile yazılmıştır. Matematiğin dilini bilmeyen için evren, içinden çıkılmaz bir labirent gibidir”, diyordu. Dolayısıyla evrendeki gök olaylarından, biyolojik hücrelerdeki mikrokosmos olaylarına,madde olaylarından toplumsal ve ruhsal olaylara kadar her şey matematik dili ile ifade edilmeye çalışılıyor. Herhangi bir bilgi alanı, ancak matematiksel dili kullanmaya başlarsa bilim sayılıyor.

Son zamanlarda bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler, bütün bilimlerin temeli olarak mantık ve matematiğin kullanımını kolaylaştırmıştır.

Teknoloji

Teknoloji bir yandan bilimin uygulama alanı gibi gözükürken bir yandan da “uygulamalı bilim” olarak kabul ediliyor. Ancak bilim- teknoloji işbirliği son yüzyılların eseridir. Daha önceki zamanlarda bilim ve teknoloji ayrı ayrı gelişen iki alan gibi görünüyordu (meselâ antik Yunan ve Roma dönemlerinde).

Gerçi teknolojinin bilim desteği olmadan kendi başına geliştiği olmuştur, ama son yüzyılların sistemli ve önemli teknolojik buluşları bilimsel bilgi ve araştırma sayesinde olmaktadır. Doğru bilgiye dayanmayan ama “bilimsel” sıfatını taşıyan bir zamanların dört unsur teorisi, simya çalışmaları herhangi bir teknolojiyi doğurmamıştır.

Sadece olgu toplama, gözlem ve sınıflandırma faaliyeti mükemmel bilimsel ilerlemeler sağlayamaz. Teknoloji desteğindeki bir bilimsel çalışma ileri ve sistemli olur. Bilim teknolojiye, teknoloji bilime önemli destekler sağlar. Bilimsel bilginin hayata uygulanması teknoloji sayesinde mümkün olmuştur. Teknoloji olmadan insanın bilime büyük değer vermesi, onu okul sisteminin ve sosyal hayatının temeline yerleştirmesi, bilimsel araştırmalara büyük paralar ayırması mümkün olmaz.

Teknoloji, ele aldığı konular, bağımsız çalışması ve kullandığı metot bakımından tamamen bilimsel bir çalışmadır. Hatta bilimin teknolojiden çıktığı şekilde teoriler de vardır.


Hayatla Bilimsel Bilginin İç İçeliği

Bilim insanın içinde yaşadığı doğayı ve toplumu, hatta kendisi anlamasını, kavramasını ve bu alandaki olayları açıklamayı bilmesini sağlar. Ama sadece bununla kalırsa bilimsel bilgi pasif, durağan bir bilgi; insan kafasında bir süs olur. Oysa bilimsel bilgi sadece anlama, kavrama ve açıklamakla yetinmez, kişide bir güç haline gelir, onun tabiatı kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanabilmesini ve değiştirmesini sağlar.

Bilimin amaçları konusunda birbirine zıt iki görüş vardır. Bazılarına göre bilim, sadece gerçeklerin açığa çıkmasına yardım eder. Bu nedenle bilimin hayata uygulanmasında veya bilimi hayatın hizmetine vermekte fazla bencil davranmamalıdır. Pragmatizm ve utilitarizm gibi bazı görüşler de bilimin esas amacının, insan hayatını kolaylaştırmak olduğunu savunurlar.

Bilim tarihçilerinin yaygın kanaati, tarihte antik Yunanlıların bilimsel çalışmayı neredeyse hiçbir maddî menfaat beklemeden yapmış olmaları; buna karşılık Romalıların faydacı davrandığı ve sadece teknolojiye uygulayacakları bilgi ile meşgul olduklarıdır.

Çağdaş uygarlık ve modern endüstri, her türlü doğa güçlerinden yararlanmak istiyor. Bunun da yolu, bilim vasıtasıyla doğa kanunlarını bulmak ve kontrollü olarak insan hizmetine sokmaktır.

Bazı bilim adamları salt teorik çalışmayı sever ve gerçeğin peşinde koşarken hiçbir zaman maddî çıkar düşünmüyor; bazıları ise özellikle hayatta uygulanabilecek insana güç kazandırabilecek bilgiler peşinde koşuyor.

Bazı bilimler daha ziyade saf bilim, bazı bilimler de uygulamalı bilimlerdir. Bazı bilimlerde teorik çalışmalar bazı bilimlerde ise uygulamalı çalışmalar daha çoktur. Meselâ tıp, mühendislik, tarım ve hayvancılık, sosyoloji ve iktisat teorik olmaktan ziyade uygulamalı bilimlerdir. Hatta sosyoloji, politika, tarih gibi bilimlerde teorik zemin son derece azdır.

Bilimin hayatla iç içe olmasının en güzel örneklerini tıp bilimi ve uygulamalarında görmekteyiz. Röntgen ışımaları, tomografi cihazları, ölçme âletleri, biyoloji, tıbbi kimya, klinik psikoloji v.s. vasıtasıyla âdeta bütün bilimler insan sağlığının korunmasına yardımcı olmaktadır.

Tarım ve hayvancılıktaki yeni gelişmelerde, yeni bitki ve hayvan kültürlemelerinde, her şey bilimsel bilgiye göre olmaktadır. Şu anda gıda mühendisliği olmadan insanın sağlıklı beslenmesi mümkün müdür? Metalurji, boya, kağıt, cam, porselen v.s. alanlarında yeni bilgi sistemleri egemendir. Makine, elektrik ve kimya sanayileri bu alandaki saf bilimsel çalışmalardan doğmuştur. Artık bilimsel bilgiye dayanmayan sanayi ve teknoloji kısa zamanda gerileyip kapanmaktadır.

Bugün içinde yaşadığımız yüksek uygarlık, 17. yüzyıldan beri devam eden bilim ve teknolojinin karşılıklı işbirliği sayesindedir. Hemen her sahadaki sanayi uygulamaları bilimsel bilgi olmadan mümkün olmamaktadır (doğal olarak bu ilişki tek taraflı değildir; bir çok bilimsel buluşlarda sanayi ürünleri olan deneysel malzemeler,ölçme araçları v.s. sayesinde mümkün olmaktadır).

İnsan hayatında bilimsel bilgi giderek daha fazla egemen oluyor. İnsanın toplumsal hayatında bile bir rasyonelleşme egemen oluyor. Her şeyde değerlendirme ve ilerleme ölçütü akıl ve bilimsel bilgi oluyor. İçinde yaşadığımız çevre giderek daha teknik bir çevre oluyor.

Şu anda çağdaş insan toplumlarının ana karakteristiği bilimsel bilginin toplumun bütün işlerinde ve bütün katmanlarında egemen olmasıdır. Bilimsel bilgiye dayanarak yönetilen ve yaşayan toplumlara bilgi toplumu deniliyor.



Özet Olarak Bilim Felsefesi

Felsefe evrende "var olan" her şeyi konu alır. Bir varlık alanı olarak bilim de felsefenin konuları arasındadır. Bilimi ve bilimsel bilgiyi konu alan felsefe dalına bilim felsefesi adını veriyoruz. Bilim felsefesinin konusu bilimdir. Bilimin yapısını, doğasını, bilimsel kuramlarla gerçeklik arasındaki ilişkiyi, ilkelerini, ana kavramlarını ve bilimde yöntem problemini inceler. Kısaca söylersek, bilim felsefesi, bilimle ilgili sorular sorarak bilim üzerine felsefe yapar. Şunu da belirtmemiz gerekir, bilim felsefesi bilimsel bilgiyi, kuram düzeyine gelmiş bilgiyi ele alır.

Bilim felsefesi ile "bilimsel felsefe"yi birbirine karıştırmamak gerekir. Bilim felsefesi önceki paragrafta belirtildiği gibi bilimin konusunu, ulaştığı sonuçları ve yöntemini sorgularken; bilimsel felsefe, bilimin hızlı ve başarılı sonuçlar elde etmesinden esinlenerek bilimsel düşünüş biçimini felsefeye uygulamak ister. Bilimsel felsefeyi savunanlara göre felsefe de bilimsel sistem kadar doğru, kesin ve sağlam bilgiye sahip olabilir. Bu görüşü savunan düşünürlerden biri Alman filozof Hans Reichenbach (Hans Rayhınbah, 1891-1953)'dır. Ona göre felsefe spekülasyonlardan arınarak bilimler gibi kesin, doğru ve genel sonuçlara ulaşabilir.

Bilim felsefesinin konusu, bilim üstüne düşünmektir. Bilimi oluşturan kavram ve önermelerin yapısını, bilimin yöntemini ele alır inceler, sorgular. Bilim, bilimsel yöntemle elde edilen sistemli bilgiler bütünüdür. Bilimsel yöntem, bilimsel bilgi elde etmede izlenen sistemli yoldur. Bilimsel yöntemin belirli aşamaları vardır. Bunlar, araştırma konusunun saptanması ve gözlem, hipotez, deney (sosyal bilimlerde deneyleme, gözlem), kuram ve yasa aşamalarıdır.

Bilim felsefesinin temel soruları; bilim nedir?, bilimsel yöntem nedir?, bilimin değeri nedir? vb. dir.

Bilimin ne olduğu konusunda iki farklı yaklaşımdan söz edebiliriz. Birincisi, bilimi ürün olarak gören yaklaşım, ikincisi ise bilimi etkinlik olarak gören yaklaşımdır. Ürün olarak gören yaklaşıma göre, bilimin ne olduğunu anlamak için bilim adına ortaya konulmuş ürünlere bakılmalıdır. Dış faktörlerin, toplumsal koşulların, değer yargılarının bilim üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. Bilimi etkinlik olarak gören yaklaşıma göre; bilimi anlamak için bilimsel bilgilerin oluştuğu kültürel ortamın ve toplumsal koşulların bilinmesi, incelenmesi gerekir.

Bilime klasik yaklaşımın temel özellikleri şunlardır:

. Bilim, insan zihninden bağımsız olan gerçeklikleri araştıran bir faaliyettir.
. Bütün bilimler birbirleriyle ilişkilidir. Bilimler birbirine indirgenebilir.
. Bilim, birikimsel olarak ilerler.
. Bilimsel faaliyetin insandan tümüyle bağımsız bir iç işleyişi vardır.

Bilimi anlamanın çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri tarihsel gelişimine yani bilimin oluşum ve gelişimine bakarak bilimi açıklamaktır.






Varlık Felsefesi (Ontoloji) Nedir?

Felsefi anlamda var olan şey, ağaç ve ateş gibi canlı veya cansız bir madde de olabilir, düşünme ve sezme gibi ruhsal bir şey de... Aynı şekilde varlık, inanç gibi manevi bir şey de olabilir. Kısacası felsefe için varlık; fiziksel, zihinsel veya ruhsal olarak kabul görebilir.

İşte bu varlık alanlarının barındırdığı varlıkların en temel ve kendilerine özgü yanlarını soruşturan inceleme ve düşünme biçimine, varlık felsefesi veya ontoloji denilmektedir. Yani varlık felsefesi veya ontoloji; en genel anlamda var olan şeyleri, varlıkların temellerini ve varlıklar arasındaki esas bağları sorgulayan felsefe dalıdır.

İsminden de anlaşılacağı üzere varlık felsefesinin konusu, varlıktır. Varlık felsefesi bu bağlamda; varlık var mıdır, varlık varsa bu nasıl oluş biçimi nasıldır, varlık yalnızca fiziksel olarak mı vardır, maddi varlığın dışında tinsel varlıklar da var mıdır ve varlığın nitelikleri nelerdir gibi sorulara cevap aramaktadır? Felsefe bu sorgulamalarla, varlığı ve var olanla ilişkili olayları, bir bütün olarak açıklamaya çalışır. Bu çalışmanın ulaşmak istediği sonuç, tüm varlık dünyasını yöneten ilkeleri bulmak ve açıklamaktır.

Varlık felsefesinin (ontolojinin) konusu varlıktır. Başka bir deyişle, felsefenin genel olarak varlığı konu edinen dalına varlık felsefesi denir. Varlık felsefesi varlığın ilk nedenlerini ve ilk ilkelerini konu edinir ve onu araştırır. Kısaca varlık felsefesinin konusu varlıkla ilgili her şeydir. Varlık ise var olan her şeydir. Varlık felsefesi Aristoteles'in ilk felsefe dediği disiplindir. Ona göre ilk felsefe; "Var olanı, var olan olarak, saf halde ele almak" tır.

Felsefede varlık çok geniş anlamlar içermektedir. "Varlık"ın bazı farklı anlamlarını şöyle açıklayabiliriz.

Felsefede varlık, "töz" anlamına gelir. Töz, var olmak için kendisinden başka hiçbir şeye gereksinim duymayan varlıktır. Tözün bir başka anlamı da değişmelerin gerçekleştiği kalıcı varlıktır. Örneğin zihin veya madde bu anlamda birer tözdür.

Felsefede varlıkla ilgili, gerçek varlık ve düşünülen varlık ayrımı yapılır. Ağrı dağı, çam ağacı ve ege denizi birer gerçek varlıktır. Kaf dağı, peri, ve deniz kızı yalnızca düşünülen varlıklardır.

Ontoloji varlık bilgisi, varlık sorunu ya da varlık felsefesi adlarıyla da bilinir. Varlığı kendinde ele alarak kaynağını, özünü, nitelik ve kategorilerini ele alan felsefe dalıdır (Hilav, 1985, s.212). Ontoloji varlığı, mikromakro boyutlarda, nicelik, nitelik açısından somut, soyut planlarda ele alan oluşum ve içerik açılarından inceleyen felsefi bir çalışma alanıdır (Özyurt, 2000, ss.171-172). Bu anlamda felsefenin ilk ve temel uğraş alanlarından biri olup tüm varlık alanını, kozmosu, doğayı ve evreni, bunların oluşum, dönüşüm ve değişimi konularını inceler (Değermencioğlu, 1997, s.33). Ontoloji boyutunda yanıt aranan sorulardan ilki ‘arke’ye ilişkindir. Yani “Tüm varolanların başlangıcı, ilk tözü nedir?” sorusuna yanıt aranır. Felsefeciler bu soruya yanıt vererek felsefelerini temellendirilir. Arke (töz, köz) evrende hiç bir şey yokken var olduğuna inanılan ya da var olduğu kabul edilendir. Tarihsel gelişim içinde Descartes Tanrı, Hobbes madde, Spinoza Tanrı ya da doğa, Marx madde ve değişme, Dewey değişme ve Satre insanı arke olarak kabul etmişlerdir (Gökberk, 2005).

Felsefenin başlıca uğraş alanları Ontoloji -Varlık Bilgisi-, Epistemoloji -Bilgi Sorunu- ve Aksiyoloji - Değerler Sorunu- ve Mantıktır.
Felsefeler genel bir yaklaşımla bu soruya verdiği yanıta göre gruplanabilir. Örneğin soyut ya da manevi ögelerden birini arke olarak belirleyen felsefi yaklaşımlar idealist anlayış olarak değerlendirilir. Buna karşılık somut ya da maddi ögelerden bir ögeyi ‘arke’ olarak belirleyen felsefi yaklaşımlar ise materyalist anlayış olarak belirlenir. Felsefenin bu dalı şu sorulara yanıt aramaya çalışır (Sönmez, 2006, s.65; Sözer, 2002, s.84):

1. Varlıkların kökeninde bir tek nesne mi, yoksa ruh ve madde diye iki ayrı nesne mi vardır? Ruh ve madde diye iki ayrı nesne varsa bunların nitelikleri ve birbirleriyle ilişkisi nedir?

2. Evrende olup bitenlerin belli bir amacı ve bütünlüğü var mıdır?

3. Doğa yasaları denen zorunlu ilişkilerin varlık nedeni nedir?

Ontoloji varlık bilgisi- varlık sorunu, varlık felsefesi olarak bilinir. Ontoloji varlığı, var olanı mikro-makro boyutlarda, nicelik, nitelik açısından somut, soyut planlarda ele alan oluşum ve içerik açılarından inceleyen felsefi bir çalışma alanıdır.

Konu Başlıkları:
 
Varlık Var mıdır?

Varlık felsefesiyle ilgilenen her filozofun cevaplandırması gereken ilk sorulardan biri, varlığın gerçekten var olup olmadığıdır. Eğer varlık varsa, bu var olma durumunun kaynağı nedir? Eğer böyle bir kaynak varsa, bu kaynak bizim tarafımızdan bilinebilir mi? İnsan, varlığın hangi durumlarını bilebilir? İşte bütün bu sorular ve sorgulamalar, varlık felsefesi ile ilgilenen filozofların, üzerinde düşündükleri meselelerdir.

Varlık ve yokluk konusunda birçok ünlü filozofun çeşitli görüşleri mevcuttur:

Descartes, "düşünüyorum, o halde varım" ifadesiyle, bir bakıma varlık felsefesine verdiği önemi de vurgulamıştır. Descartes bu sözünde, zihninde bazı şeylerin mevcut olduğundan ve kendisinin de bu şeyleri düşündüğünden emin olduğunu vurgulamaktadır. Yani Descartes bu sözünde, öznenin varlığını kabul etmiştir.

Aynı şekilde Berkeley de "var olmak, algılamaktır" ifadesiyle, varlık felsefesinin içine girmiştir. Berkeley'e göre zihnin dışındaki, yani kendimizin dışımızdaki gerçekliği ve farklı zihinleri, yalnızca algılarımız yoluyla bilebiliriz. Böyle bakıldığında, Berkeley'in bir tekbenci olduğu düşünülebilir; fakat Berkeley kendisini kesinlikle tekbenci olarak kabul etmemektedir. Çünkü felsefede tekbenci; sadece bireysel algılarının varlığını kabul eden ve kendi bilincinin dışındaki gerçeklikleri kabul etmeyen kişidir. Berkeley, tekbencilikten kaçmak için tek bir zihinden değil, her birisi kendi tasarımına sahip olan birçok zihinden bahseder. Yani bir zihin algılamayı bıraktığı anda, diğer zihinler algılamaya devam edecektir ve böylelikle varlık sürekli olarak gerçeklenmiş olacaktır. Hatta bütün bu zihinlerin üstünde de tanrının zihni vardır. Yani bütün zihinlerin algılamayı kesmesi halinde, tanrının mutlak algısı, varlığın var olmasını sağlamaya yetecektir.

Antik Yunan düşünürlerinden Thales, "hiçten hiçbir şey meydana gelmez" ifadesi ile meydana gelmemiş ve yok olmayacak bir varlığı, her şeyin ilk nedeni saymıştır. Bu madde kendiliğinden canlıdır ve kendiliğinden değişebilir.

Anaximandros
'un sınırsız ilk maddesi olan "aperion" da yokluğu kabul etmez.

Herakleitos
için yokluk, varlığın yeni bir şekle dönüşmesi olarak açıklanır. Herakleitos'ta, evrenin ana maddesi olan ateş, bütün varlıkları değişikliğe uğratır. Bu değişiklik bazen bir varlık içindeki gelişme şeklinde, bazen de başka bir varlığa dönüşme şeklinde ortaya çıkar. Başka varlığa dönüşme durumu yok olma; yeni bir oluşumla meydana gelme durumu da yokluktan var olmadır.

Elealı düşünür Parmenides, "yalnız var olan vardır ve ancak bu düşünülebilir; var olmayan yoktur ve düşünülemez de" diyerek ana fikrini ortaya koymuştur. Parmenides, çokluğu ve durmadan değişmeyi bir duyu aldanması olarak nitelendirmiştir.

Empedokles de bütün varlıkların temeline toprak, su, ateş ve hava unsurlarını koyup varlıkların bu maddelerin değişik şekilde bileşimlerinden meydana geldiğini ve yok olmanın olmadığını ileri sürmüştür.

Demokritos'a göre, var olan yok olmaz; ama varlık dünyasının dışında bir var olmayan uzay boşluğu bulunur.

Platon
'a göre tam yokluk yoktur, göreceli bir yokluk vardır. Bir şeyin başka bir şey olması ve bulunmayışı yokluk olarak nitelendirilir.

Aristoteles de yokluğun düşünülemeyeceğini savunarak genellikle oluş ve gelişme üzerinde durmuştur.




Varlık Varsa Tam Olarak Nedir?

Varlığın Neliği Problemi


Varlığın dış görünüşünde madde, içinde enerji, dinamizm ve güç vardır. Madde sınırlı, varlıklar sınırsız denecek kadar çoktur. Varlık dünyası çok yönlü, çok kademeli ve çok anlamlıdır. Gerçekliğin kozmolojik, fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyolojik vesaire yönleri vardır.

Kozmolojik dünyanın mekân (uzay), zaman ve nedensellik kategorileri vardır. İnsan, bu kategoriler içinde varlık evreninin düzenini anlamaya çalışır. Zaman, mekân ve nedensellik olmadan varlık dünyasını açıklamak çok zordur. Ama modern bilim bile zamanın ve uzayın sınırlarını bulmaktan çok uzaktır. Şu anda en büyük ölçü birimi olan ışık yılı ile bile, bu boyutlara ulaşmak imkânsız gözüküyor.

Augustinus, zaman ve mekânın da evrenle birlikte yaratıldığına inanıyor. Kant, zaman ve mekanı insanın varlık dünyasına bakış kalıpları olarak değerlendiriyor. J. Böhme, "bunlar tanrının duyu organlarıdır" diyor.

Schopenhauer, üç boyutlu zaman (geçmiş, şimdi, gelecek) ve gene üç boyutlu mekanın (yükseklik, genişlik, uzunluk) insan zihni tarafından kontrol altına alınmaya çalışıldığını anlatmıştır.

Nedensellik de insan zihninin sebep bulma ve sonuç çıkarma özelliğinden doğmaktadır. Ama atom altı dünyada bir nedensellik bağından çok, ilişki belirsizliği görülmektedir.

Gerçekliğe fizik açısından baktığımızda, maddi varlıkların ve olguların temelindeki yasaların ve sayısal dengelerin önemli olduğu ortaya çıkar. Fizik, durmadan maddeyi parçalamakta, atom altı dünyaya inmekte ve orada da fotonlar dünyasına ulaşmaktadır. Varlıkların özünde hem madde hem de enerji ortaya çıkmaktadır.

Bütün her şeyin temelinde ölçüsüz, ağırlıksız ışık vardır. Buradan protonlar, elektronlar, kütleler çıkıyor. Cansız varlıkları bir bütün olarak koruyan, canlı varlıkları büyütüp yaşatan enerjidir. Çinlilerin Yin ve Yang'ı da canlıları yaşatan enerji kutuplarıdır.

Gözlerimizle atomu ve atom altı dünyayı göremediğimiz gibi, evrendeki pek çok büyük-lükleri de göremeyiz.

Gerçeğin biyolojik görünümüne baktığınızda, karşınıza hemen hayatın niçin ve nasıl başladığı problemi çıkıyor. Bu konularda "niçin" sorusu, hem hayatın başı hem de sonu olarak cevaplandırılamaz durumdadır. Canlı hayatın nasıl başladığı konusunda ise, teoriler ve spekülasyonlar vardır. Hayatın suda başladığı, canlı varlıklar arasında biyolojik özelliklerin DNA kodları vasıtasıyla aktarıldığı biliniyor. Ancak canlı türlerinin ortaya çıkışı noktasında, biyolojik bir evrim ile türlerin değişmezliğini savunan görüşler, düşünce tarihi boyunca sürdürdükleri tartışılmalarını hâlâ devam ettiriyorlar.

Herakleitos, Demokritos ve Aristoteles'ten beri, biyolojik hayatta bir evrim olduğu ileri sürülüyordu. 19. yüzyılda C. Darwin, canlıların bir kökten evrimleşerek geliştiklerini ileri sürdü. Haeckel, her canlı türünün uzun bin yıllar içindeki gelişiminin (filogenez), o canlının embriyonal gelişim devresinde (ontogenez) gizlendiğini iddia etti. J. Monad da, mutasyon vasıtasıyla olan evrimin tesadüfen meydana geldiğini savundu. Bunlara karşı ise, canlı ve cansız varlıkların bir tanrı tarafından planlı ve programlı olarak yaratıldıkları şeklinde dinî temelli felsefî açıklamalar hep canlı kaldı.

Varlık dünyasını gerek felsefî gerekse bilimsel açıdan incelerken, karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri de oluştur (genesis).

Antik Yunandaki doğa filozoflarına göre varlığın ana maddesi (su, hava, ateş ve toprak gibi) tek ve canlı idi. Tüm oluş bu ana varlık tarafından meydana getiriliyordu. Empedokles'te dört ana unsur (toprak, su, hava ve ateş) sevgi ile birleşip nefret ile ayrılıyor ve böylece oluş meydana geliyordu. Anaxagoras'a göre, evrende ne kadar varlık varsa o kadar da ana madde vardı, ilk hareketi "nous" sağlamakta; sonraki hareketler çarpma ve basınç ile mekanik tarzda olmaktaydı. Demokritos'a göre varlıkların özün-de maddenin en küçük parçası olan atomlar vardı. Atomların hareketleri sonucu mekanik ve zorunlu bir oluş meydana geliyordu.

Platon ideler dünyasını oluşun ve değişmenin olmadığı, bu varlık dünyasını da oluş ve bozuluşun olduğu bir dünya olarak anlatır. Oluş dünyasını yaratan Demiourgos adlı iyilik idesidir. Aristoteles'e göre da oluş, madde içindeki gizli gücün harekete geçip o maddeyi geliştirmesidir. Özün kendini gerçekleştirmesi dört nedenle olur; maddî, formel, hareket ettiren ve ereksel nedenler. Varlığın oluşu, belli bir amaca yöneliktir (teleolojik).

Plotinos'a göre her şeyin temeli ruhtur ve varlıkların oluşu da ruha bağlıdır. "Nous" düşünür, ruh da bu düşüncelere göre maddeye şekil verir. Eğer ruh olmasaydı canlılık, hareket ve biçim olmazdı.

Augustinus'a göre, Tanrı evreni özgür olarak yaratmış ve zaman içine atmıştır. Her şey zamanın akışı içinde tanrının belirlediği şekilde değişir.

Descartes da cisimlere ilk hareketi tanrının verdiğini kabul eder. Ama daha sonraki her şey mekanik olur. Tanrı doğayı ve doğa kanunlarını yaratmıştır, ama işleyişine karışmaz. Doğa kanunları kendi kendine işler ve herş eye hâkimdir. Oluş konusunda Malebranche, Descartes'e karşıdır. Ona göre cisimler kendi kendilerine hareket edemez ve birbirlerini etkileyemezler. Dünyada olan her şey tanrı tarafından gerçekleştirilir. Spinoza da tanrının, kendi eseri olan evrenin içinde olduğunu söyler. Oluş, tanrısal özün kendisini gerçekleştirmesidir. Doğa olaylarının hepsi, tanrının kendisidir. Tanrı Leibniz'de de evrenin düzenini ayarlamış olan güçtür. Bu düzen bir kere baştan saat gibi ayarlanmıştır ve tanrı ikide bir işe karışmaz. Tanrı evreni belli bir amaca göre yaratmıştır (teleoloji). Ancak bu amaç gerçekleşirken tam bir mekanizma ege-mendir. Kant da tanrının yaratma sırasında hem evrene hem de insana kendi aklından pay verdiği, dolayısıyla tanrının evreni mucizelerle değil, rasyonel yasalarla yönettiğini savunuyordu. Doğadaki oluş, daha önceden tanrı tarafından kurulmuştur; doğa, tanrıyı göstermektedir.

İlk bakışta Platon'un iki parçalı evren anlayışını kabul eden Hegel, idenin kendi dünyasında potansiyel bir imkân olduğunu, ancak kendisini doğada gerçekleştirdiğini savunur. Var olan her şeyin arkasında bir ide vardır. Ancak ide madde içine girdiğinde kendine yabancılaşır, parçalara bölünür ve sürekli değişir. Doğa, akıl ve ruhun özgürlükten yoksun ve bilinçsiz bir şekilde gerçekleşmesidir.

Marx ve Engels de oluşun merkezine dinamik maddeyi koydular. Evrende gerçek varlık maddedir ve o da hareket vasıtasıyla zorunlu gelişim yasasına uyar.

Felsefe tarihinde Porphyrios, Thomas ve Hartmann'ın varlık katmanları veya aşamaları meşhurdur. Bunlarda, cansız varlıklardan canlılara ve insana (akıllı varlıklara) doğru giden katmanlar sıralanıyor ve bunların oluşu birbirine bağlanıyor.



Varlık Felsefesinde İdealizm

Her türlü varoluşun insanın düşüncesinde var olduğu görüşünü savunan felsefi akımdır.

İdea, Platon felsefesinde, her türlü maddî varlığın ve kavramın idealar dünyasında ve insan zihnindeki orijinal şekli idi. Bu kavram, daha sonraki filozoflarda da düşünce, düşüncenin bir tipi, doğuştan ruhumuzda veya zihnimizde var olan doğru kavramlar olarak kullanıldı.

Platon, gerçek dünya olarak idealar dünyasını alıyordu, Varlık dünyasındaki her şey, idealar dünyasından pay alarak maddi gerçekliğe ulaşıyor; ama madde bozulup yok olduğu halde idealar yaşamaya devam ediyordu.

İdea fikri, Tanrı'nın bu dünyadaki varlıkları ve oluşu yaratıp yönettiği fikirleri olarak Ortaçağ filozoflarında da yaşadı.

Descartes, Locke ve Hume'da ideler, varlık dünyasının insan bilincindeki doğru tasarımları idi. İnsanların sübjektif olarak oluşturdukları tasarılara dayanan bu idealizm, ideleri tanrısal kaynaktan ayırıp insan psikolojisine bağlıyordu.

Ancak "idealizm" kavramı ilk kez 18. yüzyıl ortalarında Berkeley'in felsefesini adlandırmak için kullanıldı. Berkeley, "hiç bir zaman tasarımlarımızdan başkasını bilmediğimize göre, niçin, onların herhangi bir şeyi temsil ettiklerini varsayıyoruz" diyordu. Herhangi bir şeyin varlığı, onun algılanmasından ve zihinde bir tasarım olmasından ibarettir. Bir nesnenin bilinçten bağımsız olarak varolduğunu söylemek, boş şey söylemektir. Varlık dünyası sadece düşünüp tasarlayabildiklerimizdir. Doğa veya evren dediğimiz şey de Tanrı'nın algısının bütününden ibarettir.

17. yüzyıl filozoflarından Leibniz, evrenin esas ilkesi olarak "kuvvet" kavramını kabul etmiş; evrenin, "monad" adını verdiği bu enerji birimlerinden ibaret olduğunu savunmuştur. Sınırsız değişme yeteneğine sahip olan bu monadlar onu idealist bir atomculuğa götürmüştür.

İdealizmin en aşırı şekli Berkeley'de gözükse bile, idealizmi sürekli bir felsefe okulu haline getirenler 18. yüzyılda Kant ile başlayan Alman idealist filozoflardır.

Kant'a göre, gerçi insan zihninden ve düşüncesinden bağımsız bir gerçek nesne dünyası vardır. Ama biz onu tam gerçek şekliyle bilemeyiz. Biz, sadece algıladığımız şeyi biliriz. Gerçek dünyanın da özünü (numen) algılayamayız, sadece görünüşleri (fenomen) algılarız. Algılarken de duyu organlarımız, anlama ve değerlendirme kategorilerimiz hem algılarımızı hem de bilgimizi düzenler. Bilgide, dış dünya kadar insanın iç dünyası da etkili olur. Kant, gerçek dünyanın var olduğunu kabul ediyor ama bizim onu tanımamız ve bilmemiz konusunda oldukça idealist davranıyordu.

Fichte'ye göre, ister biçim ister içerik olsun bütün bilgilerimiz ruhumuzdan, benliğimizden çıkar. Bütün varlık dünyası "ben"in faaliyetinin ürünüdür. Fichte böylece Berkeley'in sübjektif idealizmine geri gitmiştir.

Fichte'nin idealizmini "öznel" bulan Schelling, öznenin oluşumunu nesneye, doğaya bağladı. Varlık dünyasının sadece zihinsel ve ruhsal çaba ve kavramlarla tanınabileceği doğru idi. Ama doğa ve zihin birdirler, doğadaki reel bilgilerle insan zihnindeki ideal bilgiler birbiri ile uyumlu idi (bu nedenle Schelling idealizmine "realist idealizm" denir).

Schelling çizgisinde giden Hegel, düşünce ile varlığın aynı şey olduğunu söyler. Gerçeğe sadece düşünce ile varmak mümkündür. Varlık dünyası da düşünme de aynı aklın bir başka şekillenmeleri olduğu için; düşünce, dışarıdan bir desteğe veya onaya gerek duymadan, kendi kendisini besleyerek gerçeğe ulaşır. Duyumlar bizi gerçeğe götürmekten ziyade, gerçeğin çokluğu ve bölünmüşlüğü ile oyalanırlar.



John Locke Kimdir?

John Locke ( 29 Ağustos 1632 — 28 Ekim 1704) yılları arasında yaşamış İngiliz filozof.

Locke 18. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Düşünce hürlüğünü, eylemlerimizi akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür olduğu için Avrupa'daki aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir.

John Locke, Bristol yakınlarında, Wrington'da doğdu. Kumaş ticareti ile uğraşan bir aileden gelmektedir.Babası ticaretle uğraşmak yerine noterliği tercih etmiştir, ibadetle sadelik isteyen Püriten mezhebinin koyu bir tarafçısıydı. Locke'un daha sonra öne sürdüğü öğrenim kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir. Locke yüksek öğrenimini Oxford Üniversitesi'nde yaptı, en çok tabiat bilimleriyle tıp okudu. Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyast adamı olarak çalıştı. Önce Brendenbur Dükalığı'nda İngiliz elçiliği katibi olarak bulundu. İngiltere'ye döndükten sonra da 8 yıl Shaftsbury adın bir İngiliz aristokratının yanında özel hekimlik yaptı. 1683'te Shaftsbury'nin Hollandaya kaçmak zorunda kalması üzerine Locke da İngiltereden ayrıldı. Ancak 1689'da İkinci İngiliz Devrimi Başarı kazanınca İngiltereye dönebildi.

Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in, tabii bir din anlaşının, Rasyonel Pedagoji'nin öncüsü olmuştur. En önemli eserleri' An essay Concerning Human Understanding' (İnsan Anlayış Gücü Üzerine Bir Deneme), 'Some Thoughts Concerning Education' (Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler)dir. Hükümet üzerine iki deneme adlı eseri vardır. Mutlakiyet yönetimlerini ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir, mutlakiyet yönetimine açtığı sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve üç büyük devrimin temelleri oluşmuştur. İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir. Doğal hukuk doktrinini savunanlardan biridir.

Lütfen Bakınız:


John Locke'un Felsefe Anlayışı

Locke’un temel eserleri, An Essay concerning Human Understanding [İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme] ve Two Treatises of Government [Yönetim üzerine İki Deneme]’dir. Bilgi görüşleri: Empirist bir bilgi teorisinin temel öğretilerini, yani zihinde doğuş­tan düşünceler bulunmadığı ve bilginin de­neyimden üretildiği ilkelerini mekanik bir gerçeklik görüşüyle birleştiren John Locke modern felsefenin tavrına uygun olarak, felsefesinde öncelikle bilgi konusunu ele almıştır. O İnsan bilgisinin sınırlarına ve kap­samına ilişkin araştırmasında, İnsan zihninde idelerin nasıl ortaya çıktığını araştırır. İdelerle de Locke, algı içeriklerini, izlenimleri, tasarımları, düşünceleri, kısacası bilincin tüm içeriklerini, insanın kendisiyle ilgili olarak bilinçli olduğu her şeyi anlar. Ona göre, İnsan bilgi sahibi olan bir varlıktır. Başka bir deyişle, o insan bilgisini açıklanmak durumunda olmayan, apaçık bir olgu olarak alır.

Bilmek ise, zihinde birtakım idelere sahip olmaktan başka bir şey değildir. Doğuştancılığa karşı çıkan Locke, İnsanın bilgiye temel olan malzemeyi sonradan deneyim yoluyla kazandığını söyler. Onun deyimiyle karanlık bir oda olan İnsan zihnine ışık getiren tek pencere, deneyimdir. Bilginin kaynağı konusunda empirist olan Locke, biri dış deneyim, diğeri de iç deneyim olmak üzere, iki tür tecrübe bulunduğunu söyler. Bunlardan birinci­sinde, yani dış deneyimde, İnsan beş duyu yoluyla dış dünyadaki şeyleri tecrübe eder; İnsan zihni, Locke’a göre, burada tümüyle alıcı olup, pasif durumdadır. İkincisinde, yani refleksiyon veya içebakışta ise, İnsan varlığı, kendi zihninde, kendi iç dünyasında olup bitenleri tecrübe eder. İnsan zihnindeki tüm ideler, işte bu iki kaynağın birinden ya da diğerinden gelir.

İnsan zihnindeki tüm ideler, İngiliz empirizminin kurucusu olan Locke’a göre, basit ideler ve kompleks ideler olmak üzere, iki başlık altında toplanabilir. Bu ayırım, Locke’a zihnin tümüyle pasif olduğu durumlarla aktif olduğu durumları birbirlerinden ayırma imkanı verdiği için, önemli bir ayırımdır. Basit ideler, dış dünyadaki cisimlerin ve onların niteliklerinin duyu organlarımız üzerindeki etkisi sonucunda, duyularımız aracılığıyla kazanılmış olan idelerdir. İnsan zihni bu basit ideleri birbirleriyle çeşitli şekillerde birleştirdiği zaman kompleks idelere sahip olur. Locke’a göre, İnsan zihni basit ideleri biriktirdikten sonra, onları birbirlerinden ayırt eder, birbiriyle karşılaştırır ve birbiriyle çeşitli şekillerde birleştirir. Locke, İnsanda yeni bir ide icat etme gücü olmasa bile, İnsan zihninin kompleks ideleri meydana getirirken tümüyle aktif durumda bulunduğunu söyler. Ona göre, basit ideler kompleks idelerden hem psikolojik ve hem de mantıksal bakımdan önce gelmek durumundadır.

İnsan zihni, Locke’a göre, belli şekillerde faaliyet gösterir. İnsan zihninin bu faaliyetleri ise, sırasıyla algı, bellek, ayırt etme ve karşılaştırma yetisi, birleştirme ve soyutla­madır. Bu yetilerden en önemlilerinden olan birleştirme yetisi söz konusu olduğunda, İnsan zihni sahip olduğu basit ideleri bir araya getirir ve bu ideleri birleştirerek kompleks ideler meydana getirir. Soyutlamada ise, İnsan zihni genel kavramları gösteren genel sözcüklere yükselir. Var olan her şey, Locke’a göre, bireyseldir. Bununla birlikte, İnsan varlığı çocukluktan yavaş yavaş çıkarken, İnsanlarca ve şeylerdeki ortak nitelikleri gözlemler.

Locke, bilginin söz konusu yetilerin algı yoluyla kazanılan basit ideleri işlemesinin sonucunda ortaya çıktığını savunur. Ve bilgi, idelerin birbirleriyle olan bağlantısına ve uyuşmasına ya da birbirleriyle uyuşmayıp, birbirlerini kabul etmemelerine ilişkin algıdan başka bir şey değildir. Locke’a göre, ideler arasında dört tür bağıntı vardır ya da ideler birbirleriyle dört bakımdan uyuşur. 1- Özdeşlik, 2- İlişki, 3- Birlikte var oluş ya da zorunlu bağıntı ve 4- Gerçek var oluş.

Locke, özdeşlikten söz ettiği zaman, bir idenin ne olduğunun ve onun başka idelerden olan farklılığının bilincinde olmayı anlar. Burada söz konusu olan bilgi, her idenin kendi kendisiyle aynı olduğunu, her ne ise o olup, tüm diğer idelerden farklı olduğu­nu bilmekten oluşur. Bu bilgi, idelerimizden her birinin (örneğin, ağaç, masa, beyaz, kare, üçgen, vb., idelerinin) tam olarak neyi içerdiğinin ve onun farklılıklarının (örneğin, be­yazın siyah olmadığının, bir karenin daire olmadığının) bilgisidir. Buna karşın, ilişkiden söz ederken Locke, idelerimizden bazılarının diğer idelerle bazı bakımlardan ilişkili olduğu olgusuna dikkat çeker. Buna göre, beyaz ve kırmızı arasında, üçgenlerle yapraklar arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır; yine, bir ağaçla bir sandalye arasında, bir doğruyla bir bulut arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır.

Birlikte var oluş ya da zorunlu bağıntıdan söz ettiği zaman da, Locke kompleks bir idenin, örneğin bir sandalye idesinin, bir sandalyeyi düşündüğümüz zaman birlikte düşündüğümüz çok sayıda basit idenin birleşiminden oluştuğu olgusuna dikkat çeker. Burada söz konusu olan bilgi, belli bir kompleks ide gündeme geldiği zaman, hangi basit idelerin söz konusu kompleks idenin ayrılmaz parçaları olduğunun bilgisidir. Locke dördüncü kategoriye, yani gerçek varoluşa geldiği zaman, idelerin birbirleriyle olan bağıntılarından çok, dış dünyadaki bir şeyle olan bağıntılarının bilgisinden söz eder. Şimdiye dek olan bilgi türleri yalnızca kavramsaldı, ilk kez bu dördüncü bilgi türüyle var oluşla ilgili olan bir bilgiye ulaşılır. Başka bir deyişle, burada söz konusu olan bilgi, bir ideyle uyuşanı gerçek bir varlığın bilgisidir.

Locke bu dört bilgi türüne ek olarak, İnsan için bu bilgi türlerine sahip olmanın üç farklı yolunun bulunduğunu söyler; bunlar sırasıyla sezgi, kanıtlama ve duyumdur. Bilgimizin kapsamı söz konusu olduğunda, Locke gerçek bilgiye sezgi ya da kanıtlama yoluyla ulaşıldığına inandığı ve kanıtlama ya da sezginin kendilerine dayandığı idelere birtakım sınırlamalar getirdiği için, bilgimizin kapsamının oldukça sınırlı olduğunu savunmak durumunda kalmıştır. Özdeşlik ya da farklılık bağıntısı söz konusu olduğunda, Locke’a göre, bizim tüm açık idelerimizin kendi kendileriyle aynı ve başka idelerden farklı olduklarına ilişkin olarak sezgisel bilgimiz vardır.

İlişki söz konusu olduğunda ise, burası bilgimizin çok büyük bir parçasını meydana getirmekle birlikte, bu bilgi de idelerin birbirleriyle olan ilişkileriyle ilgili kanıtlamalarla sınırlanmıştır. İdeler arasındaki karşılıklı bağıntılara ve içerme ilişkilerine dayanan bu bilgi, yalnızca kavramsal bir bilgidir. Bu alandaki doğrular matematiğin doğrulanıyla, günümüzde analitik olarak doğru olduğunu söylediğimiz önermelerden oluşur. Ancak bu doğrular, yalnızca idelerimiz arasındaki ilişkilerle ilgili olan doğrular olduğu için, bize hiçbir zaman idelerimizden bağımsız olarak varolan bir şeyin bilgisini veremezler.

İdelerimizin birlikte var oluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağıntıya gelince, Locke bilgimizin kapsamının burada daha da daraldığını savunur. Biz, birçok basit idenin birlikte ortaya çıktığını, belirli bir türden olan kompleks bir şeye ilişkin idemizin belirli basit idelerden oluşan bir toplamı içerdiğini gözlemleyebiliniz, fakat bu idelerin zorunlu olarak birbirlerine bağlanıp bağlanmadığını bilemeyiz. Locke’a göre, ikincil bir nitelikle söz konusu niteliğin kendilerine bağlı olduğu birincil nitelikler arasında, İnsan tarafından keşfedilebilir olan zorunlu bir bağlantı yoktur. Biz bir nesnenin şeklinden ve ebatlarından yola çıkarak, onun belli bir renge ya da tada sahip olduğunu hiçbir zaman söyleyemeyiz.

İdelerimizin birlikte var oluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıya ilişkin bilgimiz deneyimin kapsamına bağlı olduğundan, idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıları saptarken, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da pek ilerilere gidemeyiz. Ve doğa bilimlerinin genel önermeleri farklı ideleri birbirlerine bağladıkları için, gerçek anlamda genel bir bilgi olmanın çok uzağında kalır. Zira, bu bilimlerin birbirine bağladığı ideler arasında zorunlu bir bağıntının olup olmadığı, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da kavranamaz.

Gerçek var oluş söz konusu olduğunda, bilgimizin kapsamı daha da daralır. Locke’a göre, biz sezgi yoluyla kesin olarak yalnızca kendimizin var olduğunu biliriz. Kanıtlama yoluyla ise, Tanrı‘nın gerçek var oluşunu kanıtlarız. Bir de duyusal bilgiyle, duyularımıza sunulmuş olan nesnelerin var olduğunu biliriz. Bununla birlikte, kesin olmayan duyusal bilgi, bize gerçek bir bilgi veremez, çünkü bu bilgi her şeyden önce şimdi duyularımıza sunulmuş olan nesnelerle sınırlanmış olup, şimdi ve burada mevcut olan tikel nesnelerin ötesine geçemez. İkinci olarak, duyusal bilgi yoluyla, bizim dışımızdaki nesnelerin var olduğunu bilsek bile, Locke’a göre, bu nesnelerin gerçek doğalarına ilişkin olarak pek fazla bir bilgimiz olamaz.

Locke,

1. Dolayımsız olarak bi­lincinde olduğumuz şeylerin, nesnelerin bizatihi kendileri değil de, zihinlerimizdeki ideler olduğunu,

2. İdelerimizin tecrübeden türetilmek durumunda olduğunu, aksi takdirde anlamlı bir içerikten yoksun olacağını ve

3. Genel bir önermenin sezgisel bakımdan ya da kanıtlama yoluyla kesin olmadıkça, gerçek anlamda bir bilgi olamayacağını kabul ettiği için, bilgimizin kapsamını oldukça daraltır. O, bir empiristtir ve dolayısıyla bilgide deneyime önem verip, empirik olmayan ilkelerden türetilmiş mantıksal bir sistemin bize gerçekliğin resmini hiçbir şekilde veremeyeceğini kabul eder.

Locke, bundan başka zihnimizde olan şeylerin, nesnelerin kendileri değil de nesnelerle olan gerçek ilişkilerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz ideler olduğunu savunduğu ve neyin bilgi sayılıp neyin bilgi sayılamayacağı konusunda, hayli yüksek bir kesinlik ölçütü öne sürerek, yalnızca sezgi ya da kanıtlama yoluyla elde edilen bilgiyi kesin bilgi olarak gördüğü için, empirik ve bilimsel bilginin gerçek anlamda bilgi olamayacağını dile getirir.



John Locke'un Din Anlayışı

Dinle bağlamında, Locke Hıristiyanlığın ahlâki boyutunu vurgulamaya özel bir önem atfeder ve kutsal kitapta bulunan ahlak kurallarının aklın keşfet­tiği kurallarla tam bir ahenk içinde olduğunu belirtir. Akılla inanç arasındaki ilişkiler üzerinde de duran filozof, hem akıl ve hem de vahiy yoluyla keşfedilen hakikatler bulunduğunu öne sürerken, akılla çelişen hakikatler söz konusu olduğunda, bu doğrulanın, onların kaynağında vahyin bulunduğu söylense bile, hiçbir şekilde kabul edilmemesi gerektiğini savunur. Buna karşın, akılla ne örtüşen ne de çakışan hakikatlere gelince, Locke bunların gerçek dinin özünü meydana getirdiğini öne sürer. Fakat Locke aklın burada bile vazgeçilmez bir rol oynadığını vurgular:, Akıl bir şeyin vahiy olup olmadığına karar vermeli ve vahyi ifade eden sözcüklerin anlamlarını incelemelidir. Ona göre, akıl her konuda nihai yargıç ve yol gösterici olmalıdır. O Hıristiyanlığın özünde pek az temel ve onsuz olunamaz inanç parçası bulunduğunu söylerken, mezhepler arasındaki çatışmalara şiddetle karşı çıkmış ve dini hoşgörüyü engelleyecek hiçbir şey bulunmadığını belirtmiştir. Bu bağlamda, ona göre, dinin görevi İnsan ruhunu günahtan, kötülüklerden; hükümetin görevi ise bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumaktır.


John Locke'un Din Anlayışı

Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir filozoftur. O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme temeline dayanması gerektiğini savunan Locke, İnsanların hukukun veya iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğa halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılan. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.



John Locke'un Din Anlayışı

Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir filozoftur. O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme temeline dayanması gerektiğini savunan Locke, İnsanların hukukun veya iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğa halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılan. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.


John Locke'un Din Anlayışı

Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir filozoftur. O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme temeline dayanması gerektiğini savunan Locke, İnsanların hukukun veya iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğa halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını fazlasıyla haklı kılan. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.


John Locke Kimdir?

SÖZLEŞME VE SİYASAL TOPLUM

A. Sözleşme

Locke’un düşünce sisteminde, önce doğal durumu bir barış ve karşılıklı yardımlaşma durumu olarak betimlediğini, daha sonra doğal hakları mülkiyet hakkı örneğine göre, toplumdan önce var olan haklar şeklinde tanımladığını görüyoruz. Bundan sonra ise Locke, uygar toplumu, üyelerinin onayından türetmeye çalışmıştır[1].

Hobbes ve Rousseau’da ve başka bazı düşünürlerde olduğu gibi, Locke’da uygar toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar Locke doğa durumunu bir gerçeklik olarak savunsa da[2], Hobbes ve Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum sözleşmesi” varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası olarak aldığını kabul edebiliriz. Bu düşünürlerin asıl göstermek istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu sorusuna cevap bulmak değil, devlet denilen siyasal topluluğun temelinin ne olması gerektiğidir[3].

Doğal durumdan uygar topluma geçişin gerekçesini Locke şu şekilde ileri sürer: İnsanlar doğa durumunda özgür ve eşit olmakla birlikte, sahip olduğu bu hakların kullanılması güvenlikten uzaktır ve her zaman başkalarının saldırısına uğrayabilir. Çünkü, hepsi onun kadar kral ve hepsi ona eşittir. Üstelik, çoğunluk nesafet ve adaleti kesinlikle tutmayanlardadır. İşte bu nedenle, sahip olduğu şeyleri dilediği gibi kullanması oldukça belirsiz ve güvensizdir. Bu durum, insana özgür olmasına rağmen korkular ve sürekli tehlikelerle dolu doğa durumunu bırakmayı istetir. Bu nedenle, insanlar mülkiyetlerinin (canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının) korunması amacıyla, devletlerde birleşmişler ve kendilerini yönetimlerin altına sokmuşlardır[4]. İnsanlar, siyasal toplumu kurarken, ihtiyaç duydukları için bir sözleşme yaptılar. Bu sözleşme, devlete katılan veya onu meydana getiren kişiler arasında yapılır ya da yapılması gerekir. Bunun için, toplumda yeterli sayıdaki özgür insanın oybirliği gerekir. İşte bu durum, yeryüzündeki yasal bir hükümetin başlangıcı olmuştur. Ancak, insanlar siyasal toplumu kurarken, gereken güçleri de devrettiler[5].

Locke’a göre doğa durumunda bir kimsenin küçük eğlencelerdeki özgürlüğü bir yana bırakılırsa iki erki vardır: Birincisi, doğa yasasının sınırları içinde, kendisinin ve başkalarının korunmasına uygun bulduğu her şeyi yapma erki, ikincisi ise, bu doğal yasaya karşı işlenmiş suçları cezalandırma erki.

Birinci erki, toplumun koyduğu yasalarca düzenlemek üzere, kendisinin ve toplumun kalanının korunmasının gerektiğini oranda bırakır. İkinci erkini ise (cezalandırma erki) tamamiyle bırakır[6].

Locke, toplum sözleşmesini ve içeriğini (sınırlarını) bu şekilde ifade etmekle birlikte, bu “ilk anlaşma”nın toplumun mu, yoksa yönetimin mi ortaya çıkmasına yol açtığını açıkça belirtmemektedir. Sözleşme teorisini oldukça dikkatli inceleyen Althusius ve Puffendorf gibi düşünürler, iki türlü sözleşme olduğunu kabul etmişlerdi. Birincisi, kişiler arasında yapılan ve toplumu kuran sözleşme, ikincisi ise, topluluk ile yönetim arasında yapılan sözleşme. Locke’un da bu tutumu kabul ettiği söylenebilirse de , biçimsel bakımdan açıklık Locke için pek değer taşıyan bir nitelik olmadığından, iki görüş açısını yanyana getirmekle yetinmişti[7]. Locke’un bir siyasal devrim sonunda, yönetimin düşmesiyle, toplumun ortadan kalkmayacağını söylemesi[8], toplum ile yönetimi aynı sözleşmeye bağlamadığı biçiminde değerlendirilmektedir[9].

B. Siyasal Toplum ve Yönetimin Amaçları

İnsanlar doğa durumunda özgür olmalarına rağmen, özgürlüğün anlamlı olduğu, adaletin yönettiği ve mülkiyetin güvenli olduğu kabul edilebilir bir düzen isterler. Locke’a göre insanlar, bu nedenle siyasal toplumu kurdular. Ancak, toplum durumunda doğal yasanın zorunlulukları sona ermez. Çünkü, yasanın amacı özgürlüğü genişletmek ve korumak olup, yürürlükten kaldırmak ya da tatil etmek değildir. Locke, bu şekilde sözleşmenin tabiatında olan mantığı geliştirmiştir. İnsanın mantığında belirlediği gibi, toplumdan kastedilen, siyasal kuruluşu bir tek güce vermek olmayıp, devletin bir canlandırıcı, etkin belirleyen olmasıdır[10].

Doğa durumu ile siyasal ya da uygar toplumu birbirinden ayıran en önemli fark, siyasal toplumda insanların aralarındaki anlaşmazlıkları karara bağlamaya ve suçluları cezalandırmaya yetkili, başvuracakları ortak bir yapılmış yasası ve yargı organı olmasıdır. Ortak bir başvurma yeri olmayanlar ise, hala doğa durumundadır[11].

Bu nedenle, siyasal ya da uygar bir toplumdan söz edebilmek için, bir grup insanın tamamının doğa yasasını yürütme güçlerini bırakması ve onu kamuya vermek üzere bir toplum içinde birleşmeleri gerekir. Bu, bir grup insanın toplumu kurmalarıyla ya da herhangi bir kimsenin kurulmuş olan bir yönetime katılması ve onunla birleşmesiyle olur[12].

Siyasal ya da uygar toplumu, insanların ortak başvurabilecekleri bir yeri olması olarak tanımlayan Locke, bu bağlamda mutlak krallığın gerçekte uygar toplumla bağdaşmayacağını da açıkça ifade eder Çünkü, mutlak krallıkta hiç kimse için açık olan bir başvurma yeri yoktur, hakka uygun ve taraf tutmadan karar vermeye yetkili hiçbir yargıç bulunmaz[13].

Bütün bunlardan hareketle, Locke’un genel duyarlılığının “kralların, yanlış yönetme hakkının kutsallığı”na olan inanca isyan etmek ve yönetimin güvene dayanan karakteri üzerinde ısrar etmek olduğu söylenebilir. İşte bu nedenle, Locke yönetimin yönetme hakkını insanların sadece iyiliğine ve yalnızca oybirliğine bağlı olarak, insanların güvenlerine karşılık olarak adlandırmıştır[14].

Çünkü, Locke’a göre insanların devletlerde birleşmelerinin ve kendilerini yönetimlerin altına sokmalarının asıl amacı mülkiyetlerinin (canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının) korunmasıdır. Oysa, doğa durumunda bunları sağlayacak bir çok şey eksiktir. Bunlar; tanımlanmış olumlu bir yasa, bu yasayı tarafsız olarak uygulayacak yargıçlar ve yargının kararlarını uygulayacak bir güçtür[15].

Siyasal toplum bunların yokluğu sebebiyle kurulmuştur. Hiçbir akıllı yaratığın içinde bulunduğu koşulları daha kötüye götürmek için değiştirmek isteyeceği düşünülemeyeceğinden, yönetimin genel iyiliğin ötesinde bir etki alanının olacağı kabul edilemez. Dolayısıyla, yönetimin bu üç aksaklığa karşı herkesin mülkiyetini koruması gerekir. Bu nedenle, bir devletin en üstün kuvvetini (yasama) elinde tutan, halkın bildiği yürürlükteki yasalarla ve anlaşmazlıkları karara bağlayacak tarafsız ve dürüst yargıçlarla yönetimi sürdürmelidir. Yönetim, topluluğun gücünü içeride bu yasaları yürütmek, dışardan gelecek zararlara karşı da toplumu güven altına almak için kullanmak zorundadır. Bütün bunlardan amaç barış, güvenlik ve kamu iyiliğinden başka bir şey olmamalıdır[16].

Buradaki “kamunun iyiliği” unsuru sonraki liberal düşünürler tarafından şiddetle eleştirilmesine rağmen, klasik liberalizmin savunduğu iç ve dış güvenlik ile, yargı faaliyetlerini üstlenen “minimal devlet” veya “gece bekçisi devlet”in izleri oldukça belirgindir[17].

C. Yönetimde Güçler Ayrılığı

Locke’un teorisinde siyasal toplum ve siyasal güç bir sözleşmenin sonucu olduğu için yönetilenlerin de rızasına sahip olacaktır. Bu siyasal güç mülkiyet hakkını korumak amacıyla kurulduğundan, bunu ortadan kaldırması düşünülemez. Aksi durumda, siyasal otoritenin meşruiyeti ortadan kalkacak ve halkın direnme hakkı doğacaktır. Ancak, siyasal otoritenin rızaya dayanması, iktidarın kontrol edilebilmesi için yeterli değildir. Bu nedenle, daha somut olarak siyasal iktidarın sınırlandırılması gerekir ki, bunun yolu kuvvetler ayrılığının gerçekleştirilmesidir[18].

Locke’a göre bir devlette üç kuvvet bulunmaktadır. Bunlar yasama, yürütme ve federatif güçlerdir.

Yasama gücü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun üyelerini korumak için nasıl kullanılacağını açıklama hakkına sahiptir. Yasama gücünü elinde bulunduranların yürütme erkini de ele geçirmeleri olasılığına karşılık, iyi düzenlenmiş bir devlette yasama gücü, yasayı yaptıktan sonra dağılan ve bu yasalarla kendilerinin de bağlandığı, kamu iyiliğini gözeten çeşitli kimselere verilmelidir.

Bu şekilde yapılan yasalar sürekli bir güç taşıdıkları ve aralıksız yürütülmeleri gerektiğinden, yürütme gücünün varlığı zorunludur. Bu şekilde, yasama ve yürütme gücü birbirinden ayrılmış olur.

Federatif güç ise, bütün topluluk kendi dışındaki başka devlet ve kişiler bakımından doğa durumundaki bir kurul gibi olduğundan, savaş, barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilebilir[19].

Locke, yürütme ve federatif gücü ayrı ayrı nitelendirmekle birlikte, bu güçlerin farklı ellerde bulunmasının zor olacağını ve böyle olmaması gerektiği yaklaşımını sergilemektedir. Yürütme gücü yasamaya bağlıdır ve bu gücü kullananlar yasamaya karşı sorumludur. Gerektiğinde, yasama yürütmeye verdiği yetkileri geri alır. Yetkiler kötüye kullanılmışsa cezalandırır. Yasama devletin üstün gücüdür. Federatif güç ise, yürütme ve yasama güçlerine bağlı ve onların emrinde görev yapar[20].

Locke’un kuvvetler ayrılığında yasama ve yürütme güçlerini birbirinden ayırması her iki gücün üzerlerine düşen görevleri kişi haklarına ve yasalara uygun olarak yapmalarını sağlamak amacından kaynaklanmaktadır[21].

[1] SABİNE, a.g.e., s.218.

[2] Bkz. LOCKE, a.g.e., s.127-28.

[3] Münci KAPNİ, Politika Bilimine Giriş, 6.Bası, Bilgi Yayınevi, Ankara 1992, s.38. Aynı yönde bkz., Mustafa ERDOĞAN, Liberal Toplum Liberal Siyaset, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993, s. 8,21.

[4] LOCKE, a.g.e., s.184.

[5] LOCKE, a.g.e., s.170.

[6] LOCKE, a.g.e., s.185-86

[7] SABİNE, a.g.e., s.219.

[8] Bkz. LOCKE, a.g.e., s.246-47.

[9] AKIN, a.g.e., s.134.

[10] R.M. MacIVER, The Modern State, Oxford University Press, 1966, s.442.

[11] LOCKE, a.g.e., s.163.

[12] LOCKE, a.g.e., s.164.

[13] LOCKE, a.g.e., s.165.

[14] Mac IVER, a.g.e., s.436.

[15] LOCKE, a.g.e., s.184-85.

[16] LOCKE, a.g.e., s.186.

[17] YAYLA, a.g.e., s.46.

[18] YAYLA, a.g.e., s.46.

[19] LOCKE, a.g.e., s.194-95.

[20] LOCKE, a.g.e., s.198-99.

[21] AKIN, a.g.e., s.139.





John Locke'un Ahlaksal ve Siyasi Görüşleri

Locke, Denemeler’in 3. kitabında ahlakın da matematik gibi tanıtlanmaya elverişli olduğunu savunur. Çünkü ahlaksal sözcüklerin karşılık geldikleri şeylerin gerçek özleri tam olarak bilinebilir. Böylece kesin bilgi, yani şeylerin kendilerindeki uyuşma ve uyuşmama elde edilebilir (Locke, 1996: 292). Locke, tanımların ahlaksal konuşmayı açık kılacağına inandığı için ahlaksal sözcüklerin kesin anlamlarını belirlemenin yolunun bu terimlerin tanımlarını yapmak olduğunu söyler. Böylece sözcüklerin anlamları tartışmasız bir açıklık kazanacaktır. Bu alandaki tüm belirsizlikler bu işin yapılmamış olmasındandır. Oysa etik önermeler yanlış ya da oransız olmaları olanaksız olan etik ideler üzerinedir. Demek ki ahlaksal iyi alandaki en temel sözcük ‘iyi’dir ve herkes bunun ne anlama geldiğini bilir: İyi ve kötü, haz ve acıdan ya da bizde haz ve acıya yol açan şeyden başka bir şey değildir. Demek ki ahlaksal iyi ve kötü de istençli eylemlerimizin etik yasalarla uyuşup uyuşmamasından başkası değildir. Locke üç çeşit yasadan söz eder: 1. Kutsal yasa, 2. yurttaşlık yasası, 3. Ahlak yasası. Sorun, bunlar arasındaki ilişkinin ne olduğudur.

Ahlak alanındaki belirsizlikler, ancak, ahlaksal sözcüklerin karşılık geldikleri şeylerin özü tam olarak bilindiği, ahlaksal sözcükler kesin tanımlara kavuşturulduğunda mümkün olur.

Locke’a göre üç çeşit yasa vardır: Kutsal Yasa, Yurttaşlık Yasası ve Ahlak Yasası.


Kutsal Yasa:
Locke, Tanrı’nın yasa koyma hakkı olduğunu savunur. Ona göre, Tanrı eylemlerimizi iyiye yöneltecek kadar iyi ve bilgedir ve öteki dünyada vereceği ödül ve cezalarla bunu sağlayacak kadar güçlüdür. İnsanlar günah ve sevap olarak Tanrı’dan mutluluk mu mutsuzluk mu geleceğine eylemlerini bu yasayla ölçüştürerek karar verirler. II Yurttaşlık Yasası: Toplum içinde yaşadığımıza göre öteki insanlarla ilişkiler açısından suçluluk ve suçsuzluğun ölçüsü yurttaşlık yasasıdır. İnsanların eylemlerinin suç olup olmadığını saptamak üzere bunların karşılaştırıldığı bir başka yasa türüdür. Buradaki iyi ve kötü, yasaya uyup uymadığımıza göre yargıç kararıyla gelen iyi ya da kötüye haz ya da acıya ödül ve ceza denir.

Ahlak Yasası:
Buna düşünce ve saygınlık yasası da denebilir. Burada yasayı belirleyen ‘erdem’ ve ‘kötülük’ terimleridir. Tüm toplumlarda erdem ve kötülük adlarının beğenilen ve beğenilmeyen eylemlere verildiğini görebilmekteyiz. İnsanlar beğenilen ve övülen erdemlere erdem, beğenilmeyen ve yerilen eylemlere de kötülük gözüyle bakarlar. Erdem ya da kötülük olduğu söylenen şeylerin ölçütü açık ya da örtük bir uzlaşmayla yerleşmiş olan onaylama ya da beğenmeme, övme ya da yermedir. Erdem her yerde övülmeye değer görülen şeydir. Kötülük de her yerde yerilmeyle birlikte giden şeydir. Şu halde ahlak yasasının yaptırım gücü övme ve yermedir. Gerçekte ötekilere göre en etkili olan bu yasadır. İnsanlar yerilmek yerine kendilerine iyi ün sağlayacak işler yapmak, bir başka deyişle beğenilmek ve övülmek isterler. Ahlak, eylemlerimizin bu etik kurallarla bağıntısını dile getiren bir terimdir.

Lütfen Bakınız:

Doğa Durumu

Hükümet Üzerine İkinci Deneme’de Locke, tıpkı Hobbes gibi, politik kuramına bir doğal durum betimlemesiyle başlar. Buna göre doğa durumu, Hobbes’un öne sürdüğü gibi “herkesin herkese karşı savaşı” değil, bir özgürlük durumudur ama bu durumu yöneten bir doğal yasa da vardır. Bu yasa aklın yasasıdır ve insanın yeryüzünde eşit ve bağımsız olduğunu, kimsenin bir başkasının yaşamına, sağlığına, özgürlük ve kazanımlarına zarar vermemesi gerektiğini öğretir. İnsanlar doğaları gereği etik yasayı ve kutsal yasayı keşfetme ve buna göre davranma yeteneğine sahiptirler. İnsan kendisini saldırılara karşı savunabilir ve kişisel kararına dayalı olarak saldırganları cezalandırabilir ama bu durum yaşamını ve özgürlüğünü koruma hakkından doğar. İnsan bu eylemi kendisini sürekli bir yargıç olarak görmeksizin, doğal ahlak yasası gereği gerçekleştirir. Locke’un öngördüğü doğa durumunda bireyin değeri, onun Tanrı’nın bir yaratığı olarak sahip olduğu yaşama hak ve özgürlüğü, akıl yasası olarak tüm insanlar tarafından algılanıp kabul edilir; şu halde özü ahlaksal ve Tanrısal olan doğa yasası, insanların doğal hak ve ödevlerini onlara aklı n sesi olarak duyurmaktadır. Locke’a göre insanların doğuştan sahip oldukları doğal haklar, kendini koruma ve yaşamını savunma hakkı, özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır.

İnsanların doğuştan sahip oldukları haklar kendini koruma, yaşamını savunma, özgürlük ve mülkiyet hakkıdır.


Locke’a göre birincil doğal hak insanın kendini koruma ve yaşama hakkı olduğu için bu amaç uğruna gerekli olan şeylere de hakkı vardır. Tanrı insanlara toprağı ve yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak olan her şeyi vermiştir. Bu nedenle üzerindeki ve içindeki şeyler açısından olmasa da, toprağın kendisi açısından insanları n özel mülkiyetinin olması Tanrının istenci ile uyumludur. Özel mülkiyet için birincil hakkı oluşturan şey emektir; doğa durumunda bir insanın emeği kendisinindir ve “emeğini karıştırarak kökensel durumundan uzaklaştırdığı her şey de onun olmaktadır.” Örneğin meyve ağaçtayken herkesindir ama toplanan meyve toplayanındır. Çünkü onlara emeğini katmış ve onları ortak mülkiyet durumundan uzaklaştırmıştır. Toprak için de durum böyledir: Bir kişi korudaki ağaçları kesip temizler ve açılan alanı sabanla sürdükten sonra oraya tohum atarsa, o toprak da, alı- nacak ürün de onundur. Çünkü bu işe emeğini katmıştır. Kuşkusuz bu betimleme doğa durumu için geçerlidir. Yurttaş toplumu durumunda özel mülkiyetin ve emeğin düzenlenmesi farklı koşullarda ve yurttaşlık yasalarına göre düzenlenip korunur. Locke’a göre insan iki hakla doğar: Birincisi öz varlığına bir özgürlük hakkı, ikincisi, kardeşleri ile birlikte babasının mülklerini miras alma hakkıdır. Çünkü doğa durumunda aile doğal toplumdur ve babaların çocuklarını geçindirmek gibi bir ödevleri vardır.


Toplumsal Sözleşme Nedir?

Locke’a göre, insanlar doğa durumunda da aile ve topluluklar halinde yaşarlar. Birbirlerinden bağımsız olsalar da, olgusal yaşamda hak ve özgürlüklerini korumaları kolay değildir çünkü ortak ahlaksal yasaya boyun eğme yükümlülükleri olsa da herkesin olgusal olarak bu yasaya boyun eğdiği sonucu çıkmaz. Öyleyse hak ve özgürlüklerin etkili bir biçimde korunabilmesi için örgütlü bir toplum oluşturmak gerekir. Bu da bir toplum sözleşmesinden geçer, yani doğal yasayı tanımlayacak ve çekişmeleri bir karara bağlayacak yazılı bir yasanın olması şarttır. Doğa durumunda insanların kendilerini savunmaları, haksızlıkları cezalandırmaları her zaman olanaklı olmayabilir. Bu nedenle çabucak örgütlü bir topluma doğru itilirler. Şu halde insanların devlet kurmalarının ve kendilerini hükümet altına koymalarının temel amacı mülkiyetlerinin korunmasıdır. Fakat insanlar doğal olarak özgür, eşit ve bağımsız oldukları için kimse öz onayı olmaksızın başkasının politik gücüne uyruk edilemez. Birinin kendini doğal özgürlüğünden sıyırıp yurttaş toplumunun bağlarını üstlenmesinin biricik nedeni başka insanlarla anlaşarak onların arasında rahatlık, güvenlik ve barış içinde yaşama ve mülkiyet olanaklarından yararlanma hakkına kavuşmaktır. Bu durumda, insanların politik bir toplum oluşturmak için bir araya geldiklerinde vazgeçtikleri şey, doğa durumunda kendilerine ait olduğu biçimiyle, kendi yasama ve yürütme güçleridir. “Çünkü ortak yarar için gereken türde yasaları yapma konusunda toplumu ya da daha doğrusu belli bir yasama gücünü yetkili kılmakta ve bu yasaları yürürlüğe koyma, çiğnendiklerinde ceza uygulama gücünü topluma bırakmaktadır” (Copleston, 1991: 186). Bu şekilde doğa durumundaki özgürlüğünü sınırlamış olmaktadır. Ama insanlar bu güçlerinden, daha da güvenlikli bir ortamda özgürlüklerinden yararlanabilmek için vazgeçmektedirler. Çünkü hiçbir insan durumunun daha da kötüye gideceğini düşünerek sözleşme yapmaz.

Locke’a göre insanlar, devretmeleri gereken hak ve yetkileri, toplumun çoğunluğuna devredecek biçimde sözleşme yapmalıdırlar. Sözleşme bireyin, çoğunluğun istencine boyun eğmesini gerektiren bir sözleşme olmalıdır: ya tüm bireyleri tek tek ikna etmeli ki bu pek çok durumda mümkün değildir ya da çoğunluğun istenci üstün gelmelidir. Locke, çoğunluğun topluluğu temsil etme hakkının kendiliğinden açık olduğunu düşünüyordu. Ona göre mutlak monarşi, yurttaş toplumu ile bağdaşmaz bir yapıdadır ve yurttaş hükümeti biçimi olamaz. Locke’un açıklamalarından Hobbes’dan farklı olarak birbirini izleyen iki sözleşme fikri doğar. Öncelikle doğa durumundan çıkarak yurttaş toplumuna geçmek için bireysel istençlerini toplumun istencine bağlamaları ve toplumun tüm olarak yönetimde bulunmasının olanaksızlığı nedeniyle yönetim erkini çoğunluğun istencine bırakmaları dır. Bu şekilde kurulan hükümet yurttaş toplumunun temel hak ve özgürlüklerini korumak, toplumun refahı için her yönden çalışmak zorundadır. Eğer hükumet asli görevlerini yerine getiremezse toplum tarafından düşürülüp yerine yenisi getirilir. Bu çoğunluk idaresinde en yüksek egemen güç, yasama erkidir. Çıkarılan yasaları uygulamak yürütme erkine, anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer. Yasama erki değiştirilirse hükümet de değiştirilmiş sayılır. Görüldüğü gibi, Locke’un yönetim modelinde en yüksek egemen güç Hobbes’daki gibi mutlak monarkın istenci değil, yasanın gücüdür.



Doğa Durumu

Hükümet Üzerine İkinci Deneme’de Locke, tıpkı Hobbes gibi, politik kuramına bir doğal durum betimlemesiyle başlar. Buna göre doğa durumu, Hobbes’un öne sürdüğü gibi “herkesin herkese karşı savaşı” değil, bir özgürlük durumudur ama bu durumu yöneten bir doğal yasa da vardır. Bu yasa aklın yasasıdır ve insanın yeryüzünde eşit ve bağımsız olduğunu, kimsenin bir başkasının yaşamına, sağlığına, özgürlük ve kazanımlarına zarar vermemesi gerektiğini öğretir. İnsanlar doğaları gereği etik yasayı ve kutsal yasayı keşfetme ve buna göre davranma yeteneğine sahiptirler. İnsan kendisini saldırılara karşı savunabilir ve kişisel kararına dayalı olarak saldırganları cezalandırabilir ama bu durum yaşamını ve özgürlüğünü koruma hakkından doğar. İnsan bu eylemi kendisini sürekli bir yargıç olarak görmeksizin, doğal ahlak yasası gereği gerçekleştirir. Locke’un öngördüğü doğa durumunda bireyin değeri, onun Tanrı’nın bir yaratığı olarak sahip olduğu yaşama hak ve özgürlüğü, akıl yasası olarak tüm insanlar tarafından algılanıp kabul edilir; şu halde özü ahlaksal ve Tanrısal olan doğa yasası, insanların doğal hak ve ödevlerini onlara aklı n sesi olarak duyurmaktadır. Locke’a göre insanların doğuştan sahip oldukları doğal haklar, kendini koruma ve yaşamını savunma hakkı, özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır.

İnsanların doğuştan sahip oldukları haklar kendini koruma, yaşamını savunma, özgürlük ve mülkiyet hakkıdır.


Locke’a göre birincil doğal hak insanın kendini koruma ve yaşama hakkı olduğu için bu amaç uğruna gerekli olan şeylere de hakkı vardır. Tanrı insanlara toprağı ve yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak olan her şeyi vermiştir. Bu nedenle üzerindeki ve içindeki şeyler açısından olmasa da, toprağın kendisi açısından insanları n özel mülkiyetinin olması Tanrının istenci ile uyumludur. Özel mülkiyet için birincil hakkı oluşturan şey emektir; doğa durumunda bir insanın emeği kendisinindir ve “emeğini karıştırarak kökensel durumundan uzaklaştırdığı her şey de onun olmaktadır.” Örneğin meyve ağaçtayken herkesindir ama toplanan meyve toplayanındır. Çünkü onlara emeğini katmış ve onları ortak mülkiyet durumundan uzaklaştırmıştır. Toprak için de durum böyledir: Bir kişi korudaki ağaçları kesip temizler ve açılan alanı sabanla sürdükten sonra oraya tohum atarsa, o toprak da, alı- nacak ürün de onundur. Çünkü bu işe emeğini katmıştır. Kuşkusuz bu betimleme doğa durumu için geçerlidir. Yurttaş toplumu durumunda özel mülkiyetin ve emeğin düzenlenmesi farklı koşullarda ve yurttaşlık yasalarına göre düzenlenip korunur. Locke’a göre insan iki hakla doğar: Birincisi öz varlığına bir özgürlük hakkı, ikincisi, kardeşleri ile birlikte babasının mülklerini miras alma hakkıdır. Çünkü doğa durumunda aile doğal toplumdur ve babaların çocuklarını geçindirmek gibi bir ödevleri vardır.



John Locke Kimdir?

MÜLKİYET ANLAYIŞI

Locke’un düşüncesinin temelini oluşturan şeyin mülkiyet olduğu görülmektedir. Çünkü, mülkiyeti oldukça geniş bir anlamda kullanmıştır. “Locke, mülkiyet anlamına gelen property ve estate sözcüklerini kullanır. Property sözcüğü ile mülkiyetin yanı sıra yaşam ve özgürlüğü de içerecek, bir insanın sahip olduğu geniş anlamda mülkiyeti dile getirir. Estate’i ise, bildiğimiz dar anlamda mülkiyet için kullanır”[1].

Hoşgörü Üstüne Bir Mektup adlı eserinde Locke mülkiyeti en geniş anlamda tanımlamaktadır. O’na göre devlet, insanların sadece kendi sivil çıkarlarını tedarik etmek, korumak ve geliştirmek için oluşturulmuş bir insan toplumudur. Bu sivil çıkarlar “hayat, özgürlük, sağlık ve bedenin dinlenmesi; ve para, araziler, evler, eşyalar ve benzeri gibi dışsal şeylerin mülkiyetidir”[2].

Yine, Locke mülkiyeti Two Treatises Of Government adlı eserinde mülkiyet “genel adı” altında topladıklarının insanların “canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının” olduğunu ifade etmektedir[3].

Görüldüğü üzere Locke’un düşüncesince yaşam, özgürlük ve mal sahipliği birbirinden ayrılmaz bir bütündür ve genel olarak mülkiyet kavramı ile açıklanmaktadır. Bununla birlikte, Locke’un felsefesini analiz eden çalışmalarda, mülkiyetin günlük kullanımındaki anlamının ön plana çıkarıldığı görülmektedir[4].

Bunun yanısıra Locke mülkiyet hakkının çalışmayla kazanılacağına inanmaktadır. O’na göre, yeryüzü Tanrının insanlara ortaklaşa yararlanmaları için sunduğu bir nimettir. Akıllı bir yaratık olan insan, bu nimeti çalışması ile işler, üretir ve kendi emeğiyle doğadan söküp aldığı bu nimet de onun malı olur. Mülkiyetin gerçek kaynağı insanoğlunun çabası olup, mal edinme konusunda çalışmanın dışında herhangi bir sözleşmenin, yasanın ya da otoritenin sözü geçemez[5].

Locke, insanın emeği geçen şeyler üzerinde, etrafını çevirdiği ve sürdüğü toprak üstünde olduğu gibi, doğal bir hakkı olacağını ileri sürmüştür. Özel mülkiyet, insanın emeğiyle, kendi kişiliğini üretilen nesneye yaydığı için doğmuştur. İnsan, üretilen nesneye kendi gücünü harcamakla onları kendisinin bir bölümü durumuna getirir. Bunların yararlıkları da, genel olarak üzerlerine harcanan emek ile orantılıdır[6]. Diğer yandan, insan yaşamak için bunu yapmak zorundadır. Bunun için, başkalarının rızasına gerek yoktur. Çünkü, öbür insanların rızalarını beklemeye koyulan, muhtemelen hiçbir zaman ortaya çıkmayacak bir ortak rızayı beklerken hayatını kaybederdi.

Toparlanacak olursa, doğa durumunda insanın mülkiyet hakkının iki yerden kaynaklandığı ortaya çıkar: 1) Emeğini, dolayısıyla kendisinin bir parçasını nesneye katmasından, 2) Yaşamak için sahip olmak zorunda olmasından. Birincisi açısından mülkiyet, herkesin aynı şeyi yapmaya hakkı olduğundan bir nevi sözleşmeye dayanan haktır. İkincisi bakımından ise, insan doğasından kaynaklandığı için, doğal bir haktır[7].

“Locke, mülkiyet hakkının sınırını da belirtmeye çalışmıştır. Toprağı insanoğluna veren Tanrı olduğuna göre, mülkiyet hakkı kutsaldır. Kimse kimsenin toprağına, mülküne el uzatamaz. Ne var ki, toprağı veren Tanrı, bu nimetten herkesin yararlanmasını da istediği için, ihtiyacını karşılayacak kadar mülk edinmek de her insanın hakkıdır. Şu halde, her insanın mülkiyet hakkı, öteki insanların mülkiyet hakkıyla sınırlanmıştır. Toplumdan önce var olan bu hakkı korumak, toplum yasalarına düşer. Siyasal iktidar, mülk sahiplerinin mülk sahiplerine verdiği bir yetkedir”[8].

Locke’un mülkiyet anlayışı üzerine farklı görüşlere rastlamaktayız. Bunun nedeni, mülkiyet kavramına verdiği anlam ve önemden kaynaklanmaktadır. Örneğin, Russell Locke’un mülkiyet anlayışının bazen uygulanabilirliği olmadığı, bazen eksik olduğu, bazen de yanlış örnekler üzerine temellendirildiği gibi eleştiriler ileri sürmektedir. Üstelik Russell’a göre “Locke’un mülkiyet hakkındaki görüşleri üzerine söylenenlerden, onun toplumda üstün olan kapitalistlerce şampiyon ilan edildiği; ve bu şampiyonluğun, hem kapitalistlere göre, toplum alanında üstün hem de aşağı düzeyde olanlara karşı kazanılmış olduğu düşünülebilirdi. Bu tam doğru bir düşünce olurdu”[9].

Buna karşılık Sartori’nin ifade ettiği gibi günümüzde dahi birçok yazar liberalizmi ekonomik liberizm ile karıştırmaktadır. Bu liberalizme karşı büyük bir haksızlıktır. Birçok liberal düşünür gibi Locke’da bir laisses faire ekonomisi kuramcısı değildi. Bu düşünürlere göre liberalizm hukuk devleti ve anayasal devlet demekti. Üstelik özgürlük ekonomide serbest ticaret hele hele en güçlünün yaşayabilmesi demek olmayıp siyasal özgürlük demekti[10].

Sonuçta, Locke’un formülasyonu Barry’nin ifade ettiği gibi “büyük ölçüde mülkiyetin birik(tiril)mesine ilişkin saf ahlaki teorilerin hareket noktası olmuştur. Çünkü bu formülasyon devlet gibi ayrıcalıklı kurumlar için mülkiyet hakları keşfeden kurallara bireyci karşı çıkışın da temelini oluşturur. Ancak bu anlayış çağdaş dünyada pek fazla uygulanabilirliğe sahip görünmeyebilir, çünkü Locke’un esas olarak hakkında konuştuğu şey –yani toprak/arazi- bireysel sahiplenme için çok uzun zamandır sözkonusu değildir. Yine de, mülkiyet başka biçimlerde her zaman yaratılmaktadır ve böyle durumlarda bir tür Lockeçu mantığın pekala bir yeri olabilir”[11].

[1] Alaeddin ŞENEL, Siyasal Düşünceler Tarihi, Sevinç Matbaası, Ankara 1982, s.444-45.

[2] John LOCKE, Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, Çev.Melih YÜRÜŞEN, Siyasal Kitabevi, Ankara 1995, s.7.

[3] LOCKE, Two Treatises Of Government, s.184.

[4] YAYLA, a.g.e., s.34.

[5] AKIN, a.g.e., s.131.

[6] George SABİNE, Siyasal Düşünceler Tarihi II, Çev. Alp Öktem, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayını, Ankara 1969, s.214.

[7] YAYLA, a.g.e., s.40.

[8] AKIN, a.g.e., s.131-32.

[9] RUSSELL, , a.g.e., s. 614-17.

[10] Giovanni SARTORİ, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş , Çev. Tunçer Karamustafaoğlu-Mehmet Turhan, Türk Demokrasi Vakfı Yayını, Ankara, 1993, s. 405.

[11] Norman BARRY, Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm , Çev. Mustafa Erdoğan, LDT Yayınları, Ankara, 1997, s. 91.






John Locke Kimdir?

YASAMA GÜCÜ

A. Yasamanın Kaynağı

Locke’un yasama gücünü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun üyelerini korumak için nasıl kullanılacağını açıklama hakkına sahip güç olarak tanımladığını yukarıda belirtmiştik. Bu yasama gücü nasıl ortaya çıkar ve kaynağı nedir?

Locke’a göre devlet, topluluğun üyelerinden herhangi birisine dışarıdan bir başkasının verdiği zararı bir cezalandırma gücüdür. Bu, aynı zamanda savaş ve barış yapma gücüdür. Yine devlet, topluluğun üyelerinin arasında işlenmiş olan çeşitli suçlara hangi uygun cezanın verileceğini saptamak konusunda bir güçle ortaya çıkar. İşte bu güç, yasama gücüdür. Yasama gücünün ortaya çıkması toplumun üyelerinin tamamının mülkiyetini olabildiğince korumak içindir. Ancak, unutulmaması gereken, uygar topluma giren ve herhangi bir devletin üyesi olan herkesin, doğa yasasına karşı işlenmiş suçları cezalandırma güçlerini bırakmış olduklarıdır. Dolayısıyla da, suçları yargılama yetkisini yasama organına vermişlerdir. Yasama organı, gerçekte topluluğun kendisi ya da temsilcileri tarafından yapılmıştır. Bunun anlamı, devletin yargılarının aslında kendi yargıları olmasıdır ve bu nedenle, kendi gücünü kullanması konusunda devlete dilediği zaman kullanacağı bir hak vermiş olmasıdır. İşte, yasama gücünün (ve aynı zamanda yürütme gücünün) kaynağı buradadır[1].

İnsanlar siyasal toplumu kurduklarında barış ve güvenlik içinde mülkiyetlerinin zevkine varmak isterler. Bunun için de, toplumda yasaların yapılmasını sağlayacak en büyük aygıt ve araçlara ihtiyaç vardır. İşte, bu bütün devletlerin ilk ve temel pozitif yasası olup, aynı zamanda yasama gücünü kurmaktadır. Bu, toplumun, toplumdaki her bir kişinin ve kamu iyiliğinin korunması için yasamanın kendisini de yöneten ilk ve temel doğal yasa gibidir[2].

Locke, yasama gücünün, aynı zamanda da yürütme gücünün kaynağını halka indirgemektedir. Bunun anlamı, iktidarın kaynağının bireylerin iradelerinin dışında aranamayacağıdır. Dolayısıyla, başta monarşiler olmak üzere, siyasal iktidarların kaynağına ilişkin olarak o zamana değin kabul edilen meşruluk anlayışını reddetmektedir. Bir diğer ifadeyle, Locke siyasal toplumun doğuşunu özgür insanların istek ve iradelerine dayandırmakta, dolayısıyla da meşru bir yönetimin doğuş biçimini buna bağlamaktadır[3].

B. Yasamanın Niteliği, Kapsamı ve Sınırları

Hayek, liberalizmin tarihiyle aynı olan anayasacılığın tarihini, en azından Locke’dan bu yana egemenliğin pozitivist anlaşılış biçimine ve onun müttefiki olan kadiri mutlak devlet anlayışına karşı mücadelenin tarihi olarak nitelemektedir[4]. Bu ifadelerin kökeninde yatan durum ise, Locke’un yasama gücüyle ilgili görüşleridir.

Locke’a göre yasama gücü sadece devletin üstün gücü değildir. Aynı zamanda, topluluğun ellerinde kutsal ve değiştirilmez bir yere sahiptir. Yasama gücü, toplum kurulurken, toplumu rızalarıyla kuranların oluşturdukları otoriteye ait olup, başka hiçbir kimseye ya da güce ait değildir. Meşru otorite toplum kurulurken bu gücü kullanma yetkisinin verildiği organdır.

İnsanlar bir merasimle topluma bağlanırken, topluma karşı itaat borcu altına girmişlerdir. Bunu ifaya sadece toplumun kuruluşunda kararlaştırılan ve yasalar tarafından açıklanan üstün güç zorlayabilir. Ne herhangi bir yemin, ne herhangi bir yabancı güç ya da toplumdaki herhangi bir tali güç üyelerin güvenliğine uygun olarak kurulan yasamaya itaatten toplumun hiçbir üyesini ayıramaz. Toplumdaki üstün olmayan herhangi bir güce bağlanan birisinin durumu ciddiye alınmaz. Her toplumdaki üstün güç olan yasama gücü bir ya da daha fazla kişiye süreli ya da süresiz olarak verilebilir[5].

Yasama gücünü bu şekilde niteleyen Locke, yasamanın sınırlı bir güç olduğunu “Hoşgörü Üzerine Bir Mektup” adlı eserinde şu şekilde ifade etmektedir: “İnsanlar... malvarlıklarını korumak amacıyla, karşılıklı yardımlaşmalarını sağlayan toplumlara girmelerine rağmen, ya kendi vatandaşlarının yağmacılığı ve hilekarlığı veya yabancıların düşmanca şiddeti nedeniyle bunları kaybedebilirler. Bunlara engel olmanın çaresi (dış güçlere karşı) silahlar, zenginlik ve kabalık bir vatandaş topluluğu; (iç tehlikelere karşı) ise kanunlardır. Bütün bunların yükümlülüğü ise, toplum tarafından sivil yönetime verilmiştir. Bu esastır, bu kullanma hakkıdır her devlette ki (en yüksek dereceli) güç olan kanun koyucu gücün sınırlarını teşkil ederler”[6].

Locke, yasama gücünün sınırsız bir iktidar olmadığını çok açık ve kesin olarak ifade etmekle kalmaz yasamanın keyfiliğine karşılık dört sınırlamayı da açıkça belirtir.

İlk olarak, yasama halkın yaşamı ve malı üzerinde dilediği şeyi yapamaz. Doğa durumunda hiç kimsenin başkasının canı, malı ve özgürlüğü üzerinde ihtiyari bir gücü yoktur. Bu nedenle, siyasal topluma geçilirken, kimsenin sahip olmadığı böyle bir ihtiyari gücü yasa yapıcılarına vermeleri söz konusu değildir. Dolayısıyla, yasama gücü insanların siyasal toplumu kurarken sahip oldukları hak ve yetkilerle sınırlıdır. En büyük sınır ise, kamu iyiliğidir. Yasamanın görevi insanların canlarını, özgürlüklerini ve mülkiyetlerini korumak olduğuna göre, bu amaçla kurulan yasamanın kişileri köleleştirme, yoksullaştırma hakkına sahip olması mümkün değildir. Doğa yasasının zorunlulukları toplum halinde bitmez. Doğa yasası bütün insanların sonsuza dek ayakta kalacak kurallarıdır. Üstelik doğa yasasının temeli insanlığın korunması olduğuna göre, yasa yapıcılar doğa yasasına uygun kurallar yapmak durumundadır[7].

İkinci olarak, yasama irticalen alınan ihtiyari kararlar ile bir güç kullanamaz. Yasama, sabit yasalarca yetkilendirilmiş yargıçlar eliyle ve buyruk altındaki hakları yürürlüğe koyarak, adalet dağıtmakla sınırlıdır. Doğa yasası, insanların tutkuları yüzünden yanlış kullanılabilir ve yargının kurulmadığı yerde insanları yanlışlıklarına ikna edebilmek kolay değildir. Yasama gücünün sözcüsü, uygulayıcısı ve özellikle her bir yerdeki yargıcı insanların yaşamlarının bağlı olduğu mülkiyetlerini ve haklarını sınırlamak suretiyle hizmet edemez. Oysa asıl amacı hizmet etmektir. Üstelik insanlar doğa durumundan topluma geçerken barış, huzur ve mülkiyetlerinin korunması için duydukları aynı şüphe ile kendilerini yöneteceğini düşünerek yasama gücünü topluma koymuşlardır[8].

Üçüncüsü, yasama insanların izni olmadan onların mülkiyetinin hiçbir parçasını alamaz. İnsanlar topluma girerlerken mülkiyetlerinin korunmasını amaçladılar. Yönetimin de amacı budur[9]. Bununla birlikte, yönetimlerin giderleri vardır ve bunların karşılanması için insanlar varlıklarından bir oranı, bunların korunmasının karşılığı olarak ödemelidirler. Bu olmaksızın yönetimler ayakta kalamazlar. Fakat bu kendilerinin ya da seçtikleri temsilcilerinin iznine bağlı olarak gerçekleştirir. İnsanların izni olmaksızın, hiç kimse halkın vergisini zorla alamaz. Aksi halde, mülkiyetin temel yasasına saldırılmış olur[10].

Dördüncü ve son olarak da, yasama yasa yapma gücünü başkasına devredemez. Çünkü, yalnızca halk yasama gücünü kullanacakları belirleme hakkına sahiptir[11].

Her devlette, bütün yönetim biçimlerinde yasamanın sınırları bunlardır. Bu, doğa ve Tanrı yasası olup topluma koyulmuştur. İnsanlar, aralarında ayırım yapılmadan yürürlüğe konan yasalarla yönetilir. Bu yasaların amacı halkın iyiliği olmalıdır. Mülkiyetten vergi alınması halkın doğrudan ya da temsilcilerinin iznine bağlıdır. Yasama, yasa yapma gücünü başkasına devredemez ve bu gücü belirleme yetkisi halka aittir[12].

Locke yasama gücünü böylece ifade etmek suretiyle, yasa koyucunun sınırsız gücü olmadığını, aksine yasama yetkisinin belirli bir tarzda hareket etme yetkisi olduğunu savunmaktadır. Yasama yetkisini elinde bulunduranlar, sadece genel kurallar yapmalıdırlar[13]. Locke’un bu savunusu özellikle İngiliz İç Savaşı sırasında parlamentonun yetkilerini kötüye kullanmasından ötürüdür. Parlamentonun bu tutumu, eski Whiglerin onsekizinci yüzyıla kadarki doktrini olan yasama meclislerinin de sınırlamaya tabi tutulması anlayışını doğurmuştur. Bu görüşün en meşhur ifadesini ise, Locke yukarıda ifade edilen görüşleriyle dile getirmiştir. O’na göre yasama gücü belirli bir şekilde hareket eden otorite olup, belirli durumlarda değiştirilemeyecek ve ilan edilmiş yerleşik kanunlarla yönetmelidirler[14].

C. Yönetim Biçimleri-Yasama İlişkisi

Locke’a göre, toplumda insanların üzerinde ilk birleştiği şey, topluluğun bütün gücüne çoğunluğun sahip olduğudur. Topluluk için yasalar yapıldığında bu gücün tamamı kullanılabilir ve onların atadığı memurlar tarafından bu yasalar yürütülür. Yönetimin bu biçimi tam bir demokrasidir.

Eğer seçilen birkaç kişi ve onların varisleri veya haleflerinin ellerine yasaları yapma gücü verilmiş ise, bir oligarşidir; ya da bir kişinin eline bırakılmış ise, bu bir monarşidir; eğer ona ve varislerine aitse bir ırsi monarşi; eğer kayd-ı hayat şartıyla olup ölümü üzerine bir halef atama gücü halka geri dönerse bir seçimli monarşi söz konusudur.

İnsanlar iyiyi düşündüğünden, topluluk bundan dolayı, yönetim biçimlerini karıştırmak ve birleştirmek suretiyle karma bir yönetim biçimini de belirleyebilir.

Eğer yasama gücü çoğunluk tarafından ilk olarak bir veya birkaç kişiye yaşamları boyunca verilmiş ise ya da sınırlı bir zaman için verilmişse, bundan sonra üstün güç tekrar insanlara döner. Bu şekilde geri döndüğünde topluluk istediğine yeniden bu gücü verebilir ve böylece yeni bir yönetim biçimi kurulabilir. Bundan sonra yönetim biçimi, yasama gücünün görevlendirilmesiyle bağlanır. İkinci derecede bir gücün bunu tasarlaması imkansız olup üstün yasa yapıcıdan daha yüksek herhangi bir emretme yetkisi yoktur. Bundan dolayı devlet biçimini bu şekilde belirleyen yasa yapıcı güçtür[15].

Görüldüğü üzere, Locke yönetim biçimlerini belirlerken, kriter olarak yasama gücünü kullanan kişi ya da kişileri ele almaktadır[16]. Böylece, siyasal sistemin odağına siyasal toplumu oluşturan bireylerin ya kendilerinin ya da temsilcilerinin oluşturduğu yasama gücünü oturtmakta, mutlak monarşinin meşruluk temellerini reddetmektedir.

Bununla birlikte, demokratik yönetimin işleyişinde çoğunluk kuralı eleştirilmiştir. Russell’a göre, Locke’un uygar toplum daha büyük bir saygının gerekli olmadığı konusunda uzlaşmadıkça çoğunluk kuralı geçerledir yaklaşımı görünüşte demokratiktir. Çünkü, Locke kadınları ve yoksulları yurttaşlık hakları dışında bırakmıştır[17]. Dahl’da bir bakıma Locke’un yurttaşlık bakımından sınırlı bir kategorik nitelendirmede bulunmakla, demosa üye olmak bakımından kategorik ve nitelendirilmemiş bir hakka sahip olduğu yolundaki kendi görüşünü, bunun gerçekten kendi görüşü olması koşuluyla torpillemiş olacağını ifade etmektedir[18]. Bunlara rağmen, Locke’un yurttaşların onayına dayanan bir yasama ve yürütme gücünü öngörmesi her şeyden demokratiktir ve sınırlı yurttaşlık haklarının ortadan kaldırılması için henüz çok erkendir.

[1] LOCKE, a.g.e., s.163-64.

[2] LOCKE, a.g.e., s.188.

[3] Ayferi GÖZE, Siyasal Düşünceler Ve Yönetimler, 3.Bası, Bete Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1986, s.157.

[4] Friedrich A. HAYEK, Kanun, Yasama Faaliyeti Ve Özgürlük (Sosyal Adalet Serabı), Çev. Mustafa Erdoğan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1995, s.92.

[5] LOCKE, a.g.e., s.188-89.

[6] LOCKE, Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, s.42.

[7] LOCKE, Two Treatises Of Government, s.189-90.

[8] LOCKE, a.g.e., s.190.

[9] LOCKE, a.g.e., s.190-91.

[10] LOCKE, a.g.e., s.193. “Mülkiyet hakkının Locke bakımından ne kadar önemli olduğunu anlamak için, İngiliz Devrimi’nin bir bakıma bu yüzden patlak verdiğini unutmamalıyız. Gerçekten de, Kral I. Charles, Parlamentonun iznini almadan vergi koyunca İngiliz halkı bu işlemi özgürlüğüne, mülkiyet hakkına bir saldırı saymıştı”. AKIN, a.g.e., s.131.

[11] LOCKE, a.g.e., s.193.

[12] LOCKE, a.g.e., s.194.

[13] HAYEK, a.g.e., s.81.

[14] Friedrich A. HAYEK, Hukuk, Yasama Ve Özgürlük (Özgür Bir Toplumun Siyasi Düzeni), Çev.Mehmet Öz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1997, s33.

[15] LOCKE, a.g.e., s.186-87.

[16] GÖZE, a.g.e., s.158.

[17] RUSSELL, a.g.e., s.605.

[18] DAHL, a.g.e., s.155.



John Locke'un Bilgi ve Dil Anlayışı

Modern çağda empirizmin gerçek kurucusu John Locke’tur (1632-1704). Toplumsal ve politik görüşleriyle Avrupa’daki aydınlanmanın öncüsü olmuş, temel hak ve özgürlükleri, akla dayalı yaşam biçimini savunarak kendi çağı için eğitici bir rol oynamıştır. 1632’de İngiltere’de, Bristol yakınlarında doğdu. Püriten bir ailede büyüdü. Klasik bir eğitimin ardından Oxford’da yüksek eğitim aldı. Yunanca, Retorik ve Ahlak Felsefesi konularında hocalık yaptı. Aristoteles mantığı ve metafiziği üzerine çalışırken Skolastik düşünceden rahatsızlık duymaya başladı. Bu alanı bulanık terimler ve yararsız sorular içinde yolunu şaşırmış olarak görüyordu. Bu arada Descartes’ı n yapıtlarından etkilendi ve bu etki sonucu açık ve düzenli düşünmenin felsefede de mümkün olabileceğini düşünmeye başladı. Robert Boyle ile tanıştıktan sonra doğal bilim konularına da yöneldi. Tıp eğitimi alarak pratisyen doktor oldu. Shaftesbury kontunun tıp danışmanlığını yaptı. 1675 yılında gittiği Fransa’da Kartezyenlerle ve karşıtlarıyla tanıştı. Kartezyen karşıtı Gassendi’den etkilendi. İngiltere’ye döndüğünde yeniden Shaftesbury’nin hizmetine girdi ama bu kişinin siyasi konumu nedeniyle kendisini politik sorunlar içinde buldu. Sonraki yaşamı politik çalkantılarla geçti. Önemli yapıtlarını bu dönemde verdi. 1704’te Essex’de öldü. Her alanda deneyimden yana, sağduyulu bir tutum takındı. Bilginin duyu algılarına dayandığını kabul etmekle birlikte köktenci bir deneyimci-empirist olmadı. Toplumsal ve politik konularda ise tüm inançların aklın denetiminden geçirilmesini savunarak ussalcı bir tutum takındı. Hangi alanda olursa olsun baskıcı otoriteye karşı çıkmış, hoşgörüyü savunmuş, tanrısal vahyi yadsımasa da eylem bakımından ılımlı bir dindarlığı yeğlemiştir. Başyapıtı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme 1790 yılında yayımlanmıştır. Öteki önemli yapıtları: Sivil Hükumet Üzerine İki İnceleme, Eğitim Üzerine Düşünceler, Hıristiyanlığın Usa Uygunluğu ve Hoşgörü Üzerine Mektup’tur.

Locke her şeyden önce epistemoloji alanına yaptığı katkılarla tanınır. Bu alandaki temel yapıtı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’dir. Locke yapıtın önsözünde metafizik meseleleri tartışmadan önce insan zihninin anlama yetisinin sınırlarının belirlenmesi gerektiğini savunur. “Bu yapıt insan bilgisinin kökeni, kesinliği ve genişliği üzerine bir araştırmadır: Anlığın (understanding) objelerin kavramlarına nasıl ulaştığını açıklamadır; bilgimizin kesinlik derecesini belirlemedir. Sanma ile bilme arasındaki sınırları aramadır.”

Locke’ın temel amacı, metafizik meseleleri tartışmadan önce zihnin anlama yetisinin sınırlarını belirlemekti.

Lütfen Bakınız:

John Locke'un Doğuştan İdeler Eleştirisi

Deneme’nin 1. kitabında Descartes ve Leibniz’in bilgi kuramlarında önemli yeri olan “doğuştan ideler” kuramı eleştirilir. Locke, bilginin duyu deneyimiyle başladığını savunan biri olarak aklın doğuştan idelerle donatılı olduğu fikrine karşı çıkmıştır. Locke’a göre bu idelerin başında, “a, a’dır” ve “hem a, hem -a olamaz” gibi temel mantık ilkeleri gelir. Locke bu ilkeleri tüm insanların aynı şekilde bilmediğini, örneğin çocukların ve budalaların bunlardan habersiz olduklarını söyler. Demek ki bunlar doğuştan herkeste bulunamazlar. Bu ilkeleri bilmek için ruhta bir yatkınlık olduğu söylenirse böyle bir yatkınlığın bütün bilgiler için geçerli olduğu söylenebilir: Küçük bir çocuk çelişmezlik ilkesini öğrenmeden önce acıyı tatlıdan, sarıyı maviden ayırt etmeyi öğrenir. Ruhta kuramsal ilkeler olmadığı gibi, bu tarz pratik ilkeler de olamaz. Tüm insanların onayladıkları öne sürülen ahlaksal ilkelere gelince... Genel hukuk ve sözleşmelere uyma ilkeleri genel kabul gören ilkelerdir ama alışkanlıkla bu ilkeleri çiğneyenlerin, onları doğuştan ilkeler olarak kazanmış olduklarına inanmak güçtür. “Verilen söz neden tutulmalı” sorusuna bir Hristiyan “Tanrı böyle buyurmuş” diyecek, Hobbesçular “toplumun böyle istediğini” söyleyecektir (Gökberk, 1998: 296). Bunlar insan ruhunda doğuştan aynı şekilde bulunsaydı böyle farklı şekilde gerekçelendirilirler miydi? Locke’a göre erdemin genel onaylanışı, doğuştanlığından değil yararlılığındandır. Gerek kişilerin gerek toplumların pratik ilkeleri farklı dır ve bunların doğuştan olduğunu gösteren bir belirti yoktur. Sonuçta tüm ahlak ilkeleri temellendirilmeye muhtaçtır. İdeler doğuştan değilse onların oluşturduğu ilkeler de doğuştan olamaz. İnsanlar sadece açlık, sıcaklık ve kimi acı duyumlarıyla birlikte dünyaya gelirler ve bu duyumlar da birer ide değil, yaşam boyu eylemlerimizin yönünü belirleyen temel uyarımlardır. Tanrı idesi de doğuştan değildir. Tüm topluluklarda Tanrı idesinin bulunduğu inancı temelsizdir çünkü bu yönde bir kanı t yoktur. Farklı insanlarda Tanrı idesi farklıdır ve hatta bazı insanlarda hiç bulunmaz. Şu halde tüm bu ide ve ilkelerin hangi kaynaktan geldiğini göstermek gerekir.


İdelerimizin Kaynakları Nelerdir?

Locke Denemeler’in 2. kitabına “ideler düşüncenin nesneleridir” sözüyle başlar. “Herkes düşündüğünün ve düşündüğü sırada zihninin uğraştığı şeyin ide olduğunun bilincinde olduğuna göre insanların zihinlerinde ‘aklık,’ ‘düşünme,’ ‘devim,’ ‘fil,’ ‘ordu,’ ‘karanlık’ gibi sözcüklerin anlattığı türden idelerin bulunduğu kuşkusuzdur: ilk araştırılması gereken şey insanların bunları nasıl edindiğidir” (Locke, 1996: 85). Locke insan zihnini öncelikle üzerine hiçbir şey yazılmamış beyaz kâğıt (tabula rasa) kabul eder. Bu kâğıt deneyim (experience) yoluyla dolmaya başlar. Deneyimin yolu duyumlardan ve iç algı denen düşünümden geçer. Bütün ideler duyumdan ya da düşünümden gelirler. Duyularımız önce duyulur tikel nesnelere yönelir ve bu nesnelerin etkisi sonucu zihne bunların seçik algıları iletilmiş olur. Böylece sarı, sıcak, sert, acı, tatlı ideleriyle, duyulur nitelikler dediğimiz öteki niteliklerin ideleri edinilmiş olur. ‹delerimizin çoğu duyular yoluyla kazanıldığı için Locke bu kaynağı duyum (sensation) olarak adlandırır. ‹delerimizin öteki kaynağı ise zihnimizin işlemleridir: Zihnimiz duyular yoluyla kazandığımız ideler üzerinde çalışıp onları algılar. Böylece nesnelerden edinemeyeceğimiz başka bir ideler kategorisi sağlarız: Bunlar algılama, düşünme, inanma, usavurma, bilme, isteme gibi zihinsel edimlerdir. Bilinçlerine varmak suretiyle bunlardan da seçik ideler elde ederiz. Bunlara da düşünüm denir. Çünkü bu kaynağın sağladığı ideleri zihin yalnızca kendi iç işlemleri üzerinde düşünerek edinir. Şu halde duyumun nesneleri olan dışsal maddesel şeylerle, düşünümün nesneleri olan zihnimizin kendi içindeki işlemleri idelerimizin kendiliğinden devinime geçen biricik kaynaklarıdır. Locke zihnin iç işlemleri derken, herhangi bir düşünceden çıkan kıvanç ya da sıkıntı gibi coşkuları da anlamak gerektiğini söyler. Zihnimizin tüm içeriği ya duyumdan ya düşünümden gelir ve düşünüm daima duyumdan sonradır. Önce duyular yoluyla dış dünyadaki nesnelerden sağlanan ideler algılanır, sonra zihin bunların üzerinde düşünür. Yani zihinde, daha önce duyulardan geçmemiş hiçbir şey bulunmaz.

Zihin başlangıçta boş bir levhadır (tabula rasa). Bu boş levha duyusal deneyim yoluyla dolmaya başlar ve her tür bilgi bu deneyimlerden doğar. Zihinde, daha önce duyulardan geçmemiş hiçbir içerik yoktur.




İdelerimizin Türleri Nelerdir?

Basit İdeler:
İdelerimizin bir bölümü basit, bir bölümü karmaşıktır. Basit ideler de kendi aralarında dış duyumun ideleri ve iç duyumun (düşünümün) ideleri olarak ayrımlaşır. Dış duyumun basit ideleri gözle algılanan aydınlık, dokunmayla algılanan sertlik gibi basit idelerdir. Bunlar tek duyumdan elde edilirler. Locke birkaç duyu ile oluşan uzay, uzam, biçim, devinim gibi basit dış duyum idelerinden de söz eder. Bunlar hem göz, hem dokunma ile beyne ulaşan idelerdir. Basit ideler bilgimizin ilk ve yalın materyalini oluştururlar. Zihnimiz bunları doğrudan oluşturur çünkü bunları, yapısındaki alırlık sayesinde edilgin biçimde edinir. Zihnin, algı ve istek türünden edimleri ise, iç duyum, yani düşünüm yoluyla elde edilen basit idelerdir. Hem dış, hem iç duyumun basit idelerinin başındaysa haz ve acı gelir. Güç, varoluş, birlik gibi idelerde de duyum ve düşünüm birlikte iş başındadır. İdeler zihinde işleme girip düşünümün konusu olunca yalınlıklarını büyük ölçüde yitirip karmaşık (ya da bileşik) idelere dönüşürler.

İdeler basit ve karmaşık olmak üzere ikiye ayrılır. Basit ideler de kendi içlerinde dış duyumun ve iç duyumun ideleri olmak üzere ikiye ayrılırlar.

Karmaşık İdeler:
Bu ideler zihin tarafından edilgin biçimde alınmazlar. Zihin bunları basit idelerden, kendi etkinliğiyle oluşturur ve bu etkinlik üç türlüdür: İdeleri birleştirmek, birbiriyle kaynaştırmadan yan yana getirmek ve soyutlamak. Böylece (1) Birçok basit ideyi bir birleşik idede birleştirir. Örneğin beyazlık, katılık, tatlılık ve biçim ideleri birleştirerek kesme şeker idesini oluşturur. (2) “Basit ya da karmaşık iki ideyi alıp onları tek idede birleştirmeksizin birlikte bir görünüşlerini elde edecek şekilde yan yana getirir. Zihin bütün bağıntı idelerini bu yoldan edinir” (Locke, 1998: 123). Örneğin nedensellik ilişkisi bu şekilde oluşur; bir şey bir şeyin nedeni ya da etkisidir (3) Soyutlama edimi ile nesnelerin bazı nitelikleri onlardan çekip çıkarılır, yani soyutlanır ve soyutlananlar birleştirilerek ‘insan,’ ‘bitki’ gibi tümel kavramlar oluşturulur. Zihnin bu yollarla basit ideler üzerinde yaptığı işlemler farklı ide grupları oluşturur. Locke bunları kipler, cisimler-tözler ve bağıntılar olarak gruplar.

Cisim ve Töz İdeleri:
Birleştirici edim sonucu yalın ideler birbirleriyle kaynaşarak bir cisim idesi ortaya koyarlar. Örneğin beyazlık, katılık, yuvarlaklık, soğukluk ve devinim ideleri kaynaşarak kartopu idesini oluşturur. Kartopu idesini ortaya koyan ideler gerçekte bu cismin nitelikleridir. Locke cisim idesinin oluşmasına yol açan bu nitelikleri birincil ve ikincil diye ikiye ayırır. Birincil nitelikler, cismin uğradığı bütün başkalaşımlara rağmen onda daima varlıklarını sürdüren niteliklerdir. Örneğin bir buğday tanesi kaç parçaya bölünürse bölünsün bir katılığı, uzamı, biçimi, boyutu, devingenliği olacaktır. Bunlar birincil niteliklerdir. (Locke, 1996: 105-106). İkincil niteliklerse cisimlerin kendilerinde bulunmazlar. Cisimlerin birincil niteliklerinin devinimleri sonucu bizde oluşan renk, ses, tat gibi duyumlar ikincil niteliklerdir. İkincil nitelikler açısından cisimlerin kendilerinde bizim idelerimize benzeyen bir şey yoktur. Onlarda bulunan yalnızca bizdeki duyumları üreten güçlerdir. Bizde ürettiklerine göre alev, sıcak ve aydınlık; kesme şeker, beyaz ve tatlı olarak belirlenmiştir. Bu nitelikler, genellikle bizde ürettikleri idelere benzermiş gibi düşünülür. Oysa bunlar nesnelerin birincil nitelikleriyle yine nesnede bulunan güç ilişkilerinin beynimizi etkilemesi sonucu zihinde oluşan izlenimlerden başka bir şey değildir.

Yalın ideler birleştirici edim sayesinde bir araya gelerek cisim idesini meydana getirir. Yalın ideler böylece cismin nitelikleri olurlar ve Locke bu nitelikleri birincil ve ikincil diye ikiye ayırır.
Bu noktada töz idesinin açıklanması önemlidir. Töz idesi, var olduklarını gördüğümüz ve kendilerini taşıyan bir şey olmadan var olamayacaklarına inandığımız nitelikleri taşıdığı varsayılan, bilinemez bir şeydir. Bu taşıyıcılık niteliğini imlemek üzere kendisine töz denir. Birincil ve ikincil niteliklerin taşıyıcısı olan töz, bunlara indirgenemez. Katılık ve yer kaplama da birincil nitelikler olduklarına göre bunlara da indirgenemez. O halde töz nedir, yeri neresidir? Locke, tözün ‘bilinmeyen bir şey’ olduğunu söyler. Bizde tözün bulanık ve göreli bir idesi oluştuktan sonra tözlerin özel türlerinin idelerini ediniriz. Bu deneyle ve insan duyumlarının gözlemlenmesiyle hep birlikte bulundukları saptanan ve bu yüzden de özdeğin içsel yapısından ve bilinmeyen özünden geldiği varsayılan basit ide bileşimlerinin toplanmasıyla olur. İnsan, at, su gibi idelere böyle varırız. Demek ki niteliklerin taşıyıcı- sı olan bir töz kabul edilse de, bunun tam bilgisinin edinilemeyeceği savunulmaktadır. Bu bilinemezlik özdeksel tözün sonraki bazı düşünürlerce hepten reddedilmesine yol açmıştır.

Locke, töz olarak cisimsel tözlerin dışında beden idesi kadar tin idesini de kabul eder. Zihnin düşünme, uslamlama, korkma gibi edimleri kendi başlarına var olamayacaklarına göre bunları taşıyacak bir töz de olmalıdır. Bu töz beden olamayacağına göre bunların taşıyıcısı ‘tin’ denen tözden başkası olamaz. Zihinsel edimlerin taşıyıcısı olan bir tinsel töz kabul etmek zorunluysa da, bunu da özü itibariyle asla tam olarak bilemeyiz. Tinin birincil ideleri düşünme ve devindiriciliktir. Düşünme ve istenç ya da bedeni düşünce ile devinime geçirme gücü ve bundan doğan özgürlük birincildir. Cisim kendindeki devinim gücünü itki yoluyla temas ettiği cisimlere nasıl geçiriyorsa, zihin de cisimleri kendi isteğine göre devinime sokar ya da devinimden alıkoyar. Cisimlerde itki yoluyla devinimin iletilme gücü varken zihinde düşünce yoluyla devinim üretme gücü vardır. Tek tek tinlerin karmaşık idelerini düşünümden elde ettiğimiz basit idelerin birleştirilmesi yoluyla elde ederiz. Örneğin kendi deneyimimizden varoluş, süre bilgi, güç, hoşlanma, mutluluk gibi ideleri edinmiş olduğumuz için bunları birleştirerek tek bir tinsel töze yükleyebiliriz. Bu tür yetkinlik idelerini bizdeki sonsuzluk idesiyle genişlettikten sonra bir araya getirerek Tanrı denen karmaşık ideyi kurmuş oluruz.

Moduslar (Kipler):
Locke, nasıl birleştirilirlerse birleştirilsinler kendi başlarına var olmaları olası olmayan, cisimlere bağımlı olan veya onların etkileri olarak düşünülen ideleri kip başlığı altında toplar. Bunların özelliği kendi başlarına varoluşları olmaması, salt cisimlerin ya da tözlerin varlığına bağımlı olarak varlık kazanan ideler olmalarıdır. Uzay ve Uzam; Uzay idesinin hem görme, hem dokunmayla ilgili olduğu söylenmişti. Uzay, sadece iki cisim arasındaki uzunluk olarak ele alınırsa uzaklık olur. Uzunluk, genişlik ve derinlik olarak ele alındığında hacim- boyut (kapasite) olur. Uzam ise her türden ele alınışta uygulanır. Sınırsızlık; Uzamdaki her uzaklık idesi uzamın basit bir kipidir: Örneğin, metre, santimetre gibi. Bunları birbirlerine ekleyerek uzay idelerini istediğimiz kadar genişletebiliriz. Bu sınırsız ekleme ve genişletme gücü, bize sınırsızlık idesini verir. Süre, Zaman ve Sonsuzluk; Bize ardışıklık ilkesini sağlayan şey zihnimizde sürekli birbirini izleyen bir ideler dizisi üzerinde yaptığımız düşünümdür. Bu ardışıklığın bölümlerine ya da zihnimizdeki herhangi iki idenin görünüşleri arasındaki uzaklığa süre deriz. Zaman ise ölçülerle belirlenmiş süredir. Süre idesini edinen zihnin yapacağı ilk şey, değişik süre uzunluklarının ölçülmesini ve içinde birçok şeylerin yer aldığı düzenin görülmesini sağlayacak bir ölçüsünü bulmaktır. Çünkü bu olmadan bilgilerimizin çoğu bulanık kalır ve tarihin büyük bölümü tümüyle yarasız olur. Zaman adını almaya en uygun şey belli dönemlere göre saptanıp ölçü ve dilimlere göre belirlenmiş süredir (Locke, 1996: 138). Eşit ölçülmüş zaman sürelerini istediğimiz sayıda birbirine sınırsızca ekleyerek sonsuzluk idesini elde ederiz. Sayı; Locke’a göre en basit ve evrensel ide sayıdır. Bu idede hiçbir değişiklik ya da bileşiklik izi yoktur. zihnimizdeki her ide, her düşünce bu ideyi de birlikte getirir. Bu yüzden en evrensel idedir. Varolan ya da düşünülen her şeyin bir sayısı vardır. Bir birim idesini zihnimizde yineleyerek ve bu yinelemeleri birbirine ekleyerek sayı kiplerinin karmaşık idelerini elde ederiz. Bu şekilde bire bir ekleyerek iki ya da çift karmaşık idesini on iki birimi birbirine ekleyerek, ‘düzine’ idesini elde ederiz. Sayılardaki tanıtlamalar en kesin olanlardır çünkü sayılardaki değişiklikler uzam değişikliklerine göre daha açık ve sağındır. Zihin, bizce ölçülebilen ve başlıcaları uzam ve süre olan her şeyi ölçmede sayıyı kullanır. Sonsuzluk idesi de uzam ve süreye uygulandığında bile yalnızca sayı sonsuzluğu olarak görünür. Sayıların düzenli olarak toplanabilirliği-birbirine eklenebilirliği bize sonsuzluğun en açık ve seçik idesini vermektedir.

Düşünümün (rerfleksiyonun) Kipleri:
Zihin kendi içinde akıp giden eylemlerini gözlemlediğinde ilk ortaya çıkan şey düşünmedir. Düşünmede çeşitli değişimler meydana gelir ve böylece farklı kipleşmeler ortaya çıkar. Bir dışsal nesnenin bedende yarattığı her izlenimle birlikte giden ve ona eklenen algılama, düşünmenin bütün öteki kiplerinden seçik olarak zihne duyum dediğimiz seçik ideyi sağlar. Aynı ide dışsal duyu üzerinde benzer nesnenin bir işlemi olmadan zihinde yeniden ortaya çıkarsa buna da anımsama denir. Eğer anımsanan şey uzun süre dikkatli inceleme altında tutulursa buna içgözlem (içebakış) denir. İdeler zihnimizde zihnin düşünümü ya da bakışı olmadan dalgalanırsa buna düşlem denir. İdeler ayırt edilmiş ve sanki belleğe işlenmişlerse bu da dikkat denen şeydir. Zihnin bir ideyi seçip ona yoğunlaşması dikkatini yoğunlaştırma ya da irdeleme durumudur.

Duyum ve Düşünümün Birlikte Elde Ettiği İdeler:
Bunların en başında haz ve acı gelir. Bedendeki duyumların ya kendi başına ya da acı ya da hazla birlikte oluşu gibi zihnin düşünce ya da algısı da ya kendi başınadır ya da haz ya da acıyla birliktedir. Bunlar da öteki yalın ideler gibi tanımlanamazlar. Bunları tanımanın yolu da sadece deneyimdir. Haz ve acı bazen bedendeki bazen zihinsel düşüncelerdeki düzensizlikten doğan zihnin değişik durumlarıdır. İyi ve kötü de haz ve acının ifadeleridir. Bizde haz doğuran şeye iyi, acı doğuran şeye kötü deriz. İyi ve kötü, tutkularımızın üzerinde döndüğü ana eksenlerdir. Sevgi, nefret, sevinç, korku vb tutku türleri içinde yer alırlar. Bunların hepsi düşünümün kipleridirler.

Bağıntı İdeleri:
Zihnin, cisimlerin kendilerinden edindiği basit ya da karmaşık idelerden başka bir de o şeyleri ölçüştürerek oluşturduğu, yani aralarında ilişki oluşturulan ya da ilişkili olduğu görülen ideler vardır. Varlıklar birbirleriyle bir şekilde ilişkili ise bu ilişkinin ya da bağıntının idesinin olması doğaldır. Bağıntı idelerinde, ideler birbirleriyle kaynaşmadan yan yana konmuşlardır ve bu yan yanalıktan yeni bir ide doğmaktadır. Nedensellik idesi bu türden bir idedir. Ayrıca bazı ideler ötekilerle bağlılaşım içindedir. Örneğin baba ve oğul, neden ve etki gibi. Locke’a göre idelerden sınırsız sayıda başka ide türetilebilir. Çünkü saltık görünen pek çok terim anlam olarak bağıntı içerir; anne, kardeş, dost, patron, Avrupalı v.b. pek çok kavram buna örnektir. Bağıntı bir şeyin, kendi dışındaki bir şeyle birlikte düşünülmesi olduğuna göre bağıntı terimleri zihni adın belirlediği öznenin ötesine yöneltir. Bağıntı idelerinin en önemlileri neden ve etkidir. fieylerin sürekli değişiminde birçok tikel nitelik ve cismin ortaya çıktığı, bunların, varoluşlarını başka bir varlığın etkisine borçlu olduğu görülür. Bu gözlemden neden ve etki ideleri doğar. Bir yalın ya da karmaşık ide üreten şeye neden, üretilen şeye etki adını veririz (Locke, 1996: 188). Bağıntılar içinde zaman, yer ve uzam bağıntıları da önemli yer tutar. Oran bağıntıları, doğal bağıntılar, kurumlaşmış bağıntılar, ahlak ilkeleri gibi şeyler de bağıntı ideleri arasındadır.



John Locke'un Dil Anlayışı

Denemeler’in 3. Kitabı dil ve sözcükler üzerinedir. Locke’a göre Tanrı insanı toplumsal bir varlık olarak yaratmış ve bunun için ona dili vermiştir. İnsan diğer canlılarda bulunmayan sesler çıkarır ve bu sesleri idelerinin imleri-sembolleri yapar. İnsan, düzenli sesler olan sözcükleri zihninde bulunan idelerin sembolleri olarak kullanır. Sonra bu sembolleri öteki insanların idelerinin yerine kullanır. Nihayet bunları nesnelerin sembolleri olarak kullanır. Bu şekilde sözcükler aracılığıyla öteki insanlarla iletişim sağlanır.

Sözcüklerin büyük bölümü geneldir. Binlerce tikeli tek tek adlandırmak imkânsı z olduğu için bu genellik kaçınılmazdır. Genel bir terim, birbirine benzeyen varlıkların her birinde, kendine özel olanları bir tarafa bırakıp tümünde ortak olan şeyleri birleştirmek suretiyle zihinde oluşturulan genel ya da tümel ideye verilen addır. İnsan, hayvan, bitki gibi genel cins ve tür adları bu şekilde üretilirler. Bunlar zihnimizde önce tümel bir kavram olarak oluşurlar sonra bu kavram ya da ideye bir ad verilerek genel terim oluşturulur. Felsefede tümeller bahsindeki bu anlayışa kavramcılık (konseptüalizm) denilir. Locke’a göre bu genel terimler soyutturlar. Bunlar zihinsel varlıklardır; bu nedenle, bunlara dış dünyada bir tek somut varlı k cinsinden bir karşılık aramak boşunadır. Yani genellik ve tümellik hangi alanda olursa olsun, salt düşünme yetimizin ürünüdür. Bu şekilde cins ve tür terimleri elde edilir: Bu terimler anlama yetisinin ürünü olmakla birlikte, bunların temellerinde şeylerin benzerlikleri vardır. Bunlar birbirine benzeyen şeylerin gerçek özünü oluştururlar ve bu soyut ideler birbirine benzeyen şeylerin oluşturduğu cins ve türlerin özünü oluştururlar. Bu özler var edilemez ve bozulmazlar; çünkü türlerin bireyleri gelip geçici de olsa bu soyut özler varolmaya devam ederler. Daha sonra bu soyut ideler varoluşları bakımından Berkeley tarafından şiddetle eleştirilecektir.



John Locke'ta Bilginin Neliği Problemi

Denemeler’in 4. kitabında bilgi ve kanı konusu ele alınır. Bilgi genel hatlarıyla irdelenip tanımlanır ve bilgi türleri verilir. Locke’a göre bilgi de idelerarası ilişkilerden doğar: “Bilgi iki ide arasındaki bağlantı ve uyuşmanın ya da uyuşmama ve karşıtlığın algılanmasıdır. Bu türden bir algının bulunduğu yerde bilgi vardır, bulunmadığı yerde imgeleyecek, varsayacak inanacak bir şeyler bulsak da bilgi bulamayız” (Locke, 1996. 299). Bu uyuşma ya da uyuşmama konusunu dört başlıkta incelenir: 1. Özdeşlik ya da başkalık, 2. Bağıntı, 3. Birlikte varoluş ya da zorunlu bağlantı, 4. Gerçek varoluş.

Locke’a göre bilgi, iki ide arasındaki bağlantı ve uyuşmanın ya da çatışma ve uyuşmamanın algılanmasıdır. Bu uyuşma ya da uyuşmama dört başlıkta incelenir: 1. Özdeşlik ya da başkalık, 2. Bağıntı, 3. Birlikte varoluş ya da zorunlu bağlantı, 4. Gerçek varoluş.
Özdeşlik ya da başkalık: Zihnin ideler üzerinde yaptığı ilk edim onları algılamaktı r; böylece aralarındaki ayrım algılanmış olur. Bu olmadıkça bilgi, uslamlama ya da herhangi bir seçik ide söz konusu olmaz. Zihin her idenin öncelikle kendisiyle uyuştuğunu, seçik idelerin birbirleriyle uyuşmadığını kavrar: Böylece bir kimse sarı ve üçgen dediği ideleri edinir edinmez, sarının kırmızı değil, sarı olduğunu, üçgenin kare değil, üçgen olduğunu bilir. Zihin burada mantığın şu iki kuralına göre işlem yapar: Bir şey ne ise odur. Aynı şeyin hem olması hem olmaması olanaksızdır. Şu halde, “beyaz beyazdır. Beyaz siyah değildir. En kesin ama en heyecansı z bilgi türü ile karşı karşıya olduğumuz açıktır.

Bağıntı: Zihin ideler arasındaki bağıntıları da algılamaya yetilidir. İdelerimiz arasında hiçbir bağıntı algılayamazsak somut bir bilgi edinmemiz zor olurdu. Örneğin “paralel çizgiler arasında bulunan eşit tabanlı iki üçgen eşittir,” önermesi bir bağıntı uyuşmasıdır.

Birlikte varoluş: Burada aynı öznede birlikte varolma ya da birlikte bulunmama söz konusudur. Bu özellikle cisimlere ilişkindir. Örneğin altın buharlaşmaz, sarıdır, ağırlıklıdır, eriyebilir dediğimiz zaman birlikte-varolma uyuşmasından söz etmiş olmaktayız.

Gerçek varoluş: Burada söz konusu olan edimsel gerçek varoluşun herhangi bir ideyle uyuşmasıdır. Örneğin “ben varım” bu türden bir önermedir. Burada imlenen şey, öznenin zihnin dışında bir gerçek varoluşunun bulunduğudur.


John Locke'ta Bilginin Dereceleri Problemi

Bilgi tanımları ışığında Locke, bilgilerimizi apaçıklık derecesi bakımından derecelendirir. Bu derecelendirme ideler arasındaki uyuşma ve uyuşmamayı algılayışımızın değişik yollarından kaynaklanır. Bu açıdan Locke, üç bilgi derecelendirmesi belirler: sezgisel, tanıtlamalı ve duyusal bilgi.

Bilgi, ideler arasındaki uyuşma ya da uyuşmamanın algılanma yoluna göre üçe ayrılır; Sezgisel, Tanıtlamalı ve Duyusal.

Sezgisel (İntuitif) bilgi:
Zihnimiz iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmama ilişkisini, başka bir ide araya girmeden dolaysız olarak algılayabiliyorsa, bu türden bilgiye sezgisel (intuitif) bilgi denir. Burada zihin herhangi bir inceleme ya da tanıtlama edimine girmeden doğruyu bir bakışta algılar. Bir karenin üçgen olmadığını, siyahın beyaz olmadığını böyle aracısız olarak kavrarız. Bilgi tanımında özdeşlik ya da başkalık tarzındaki uyuşma ya da uyuşmama biçimi, bu bilgi türünü tümüyle karşılar. Bu türden bilgilerde doğruluk kuşkuya mahal bırakmayacak kadar kesindir.

Tanıtlamalı (demonstratif) bilgi:
Bu bilgi derecesinde zihin ideler arasındaki uyuşmayı ya da uyuşmamayı algılayabilir ama bu birincideki gibi dolaysız olmaz. Burada iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmamayı doğrudan algılayamayışının nedeni, zihnin, üzerinde araştırma yapılan ideleri onları birlikte gösterecek biçimde bir araya getirememesidir. Zihin bu durumda aradığı uyuşmayı ya da uyuşmamayı bulabilmek için bir ya da birkaç idenin aracılığına başvurmak zorunda kalır. Yani bir tür uslamlama yapmak zorunda kalır. Bu uslamlama sonucunda zihin, bir üçgenin üç açısıyla iki dik açının toplam büyüklükleri arasındaki uyuşmayı daha başka açısal hesaplamaların yardımıyla keşfetmiş olur. “Başka herhangi iki ide arasındaki uyuşmayı göstermeye yarayan bu aracı idelere kanıtlar denir; uyuşma ya da uyuşmamanın bu yoldan açık ve seçik olarak algılanmasına da tanıtlama denir. Çünkü bu anlığa gösterilmiş ve zihnin onu görmesi sağlanmıştır” (Locke, 1996: 305). Görüldüğü gibi bu yolla kesin bilgi elde etmek kolay değildir ve başlangıç olarak beliren bir kuşku durumunun giderilmesinin ardından gelir ve her adımda sezgisel apaçıklığın sağlanması gerekir. Sonuç olarak bu bilgi de sezgisel bilgi gibi mutlak doğruluk değeri taşır.

Duyusal (sensitif) bilgi:
Locke’a göre sezgi ve tanıtlamaya dayandırılamayan her şey ne denli güvenle kabul edilmiş olursa olsun ya inanç ya kanı düzeyinde kalmak zorundadır. Bir dışsal nesneden aldığımız idenin zihnimizde bulunduğundan daha kesin bir şey olamaz ve bu bir sezgisel bilgidir. Ancak, zihnimizde bulunan bu yalın idenin zihnimiz dışında gerçek bir karşılığının bulunup bulunmadığı kimileri için hep sorun teşkil etmiştir. Çünkü duyular herhangi bir dış nesne tarafından etkilenmeden de zihinde kimi zaman ideler oluşabildiği bilinen bir gerçektir. Ayrıca rüyalarda da zihnimizdeki ideler açık ve nettir ama bunların zihnimiz dışında nesnel bir karşılığı yoktur. Şu halde bir şeyin idesini taşıyor olmamız olgusu o şeyin var olduğunu tanıtlamaz. Bunların var olduğunu ancak üzerimizde etkide bulunurken bilebiliriz. Bunun dışında kalan zamanlarda bu varlıkların bir bilgisine sahip olduğumuz söylenemez. Deneyim bizi basit tarafından niteliklerden haberdar eder. Ama bu nitelikler arasındaki ilişkilerin deneyime dayanarak hiçbir biçimde güvencesine sahip değiliz. Biz nesneleri duyularımızla nasıl görüyorsak öyle algılarız ama tözü asla duyularımızla algılayamayız. Duyularımız aracılığıyla nesneler birbirleriyle gerçekten nasıl bağlantılıdır asla bilemeyiz Locke’a göre sezgisel bilgi bize varolduğumuzun kesinliğini verir; tanıtlamalı bilgi Tanrı’nın varolduğunu kanıtlara dayanarak bildirir ve duyusal bilgi öteki benlerin ve nesnelerin varolduğunu garanti eder ama sadece onları deneyimlediğimiz sırada garanti eder. Onun dışındaki zamanlar için bir şey söylemek güçleşir. Görüldüğü gibi Locke bütün bilgilerimizin kaynağı olarak duyu deneyimini göstermiş, ancak mantıksal yapılı bilgiler ve matematik bilgileri dışında mutlak bilginin bulunamayacağını onaylamak zorunda kalmıştır.


Toplumsal Sözleşme Nedir?

Locke’a göre, insanlar doğa durumunda da aile ve topluluklar halinde yaşarlar. Birbirlerinden bağımsız olsalar da, olgusal yaşamda hak ve özgürlüklerini korumaları kolay değildir çünkü ortak ahlaksal yasaya boyun eğme yükümlülükleri olsa da herkesin olgusal olarak bu yasaya boyun eğdiği sonucu çıkmaz. Öyleyse hak ve özgürlüklerin etkili bir biçimde korunabilmesi için örgütlü bir toplum oluşturmak gerekir. Bu da bir toplum sözleşmesinden geçer, yani doğal yasayı tanımlayacak ve çekişmeleri bir karara bağlayacak yazılı bir yasanın olması şarttır. Doğa durumunda insanların kendilerini savunmaları, haksızlıkları cezalandırmaları her zaman olanaklı olmayabilir. Bu nedenle çabucak örgütlü bir topluma doğru itilirler. Şu halde insanların devlet kurmalarının ve kendilerini hükümet altına koymalarının temel amacı mülkiyetlerinin korunmasıdır. Fakat insanlar doğal olarak özgür, eşit ve bağımsız oldukları için kimse öz onayı olmaksızın başkasının politik gücüne uyruk edilemez. Birinin kendini doğal özgürlüğünden sıyırıp yurttaş toplumunun bağlarını üstlenmesinin biricik nedeni başka insanlarla anlaşarak onların arasında rahatlık, güvenlik ve barış içinde yaşama ve mülkiyet olanaklarından yararlanma hakkına kavuşmaktır. Bu durumda, insanların politik bir toplum oluşturmak için bir araya geldiklerinde vazgeçtikleri şey, doğa durumunda kendilerine ait olduğu biçimiyle, kendi yasama ve yürütme güçleridir. “Çünkü ortak yarar için gereken türde yasaları yapma konusunda toplumu ya da daha doğrusu belli bir yasama gücünü yetkili kılmakta ve bu yasaları yürürlüğe koyma, çiğnendiklerinde ceza uygulama gücünü topluma bırakmaktadır” (Copleston, 1991: 186). Bu şekilde doğa durumundaki özgürlüğünü sınırlamış olmaktadır. Ama insanlar bu güçlerinden, daha da güvenlikli bir ortamda özgürlüklerinden yararlanabilmek için vazgeçmektedirler. Çünkü hiçbir insan durumunun daha da kötüye gideceğini düşünerek sözleşme yapmaz.

Locke’a göre insanlar, devretmeleri gereken hak ve yetkileri, toplumun çoğunluğuna devredecek biçimde sözleşme yapmalıdırlar. Sözleşme bireyin, çoğunluğun istencine boyun eğmesini gerektiren bir sözleşme olmalıdır: ya tüm bireyleri tek tek ikna etmeli ki bu pek çok durumda mümkün değildir ya da çoğunluğun istenci üstün gelmelidir. Locke, çoğunluğun topluluğu temsil etme hakkının kendiliğinden açık olduğunu düşünüyordu. Ona göre mutlak monarşi, yurttaş toplumu ile bağdaşmaz bir yapıdadır ve yurttaş hükümeti biçimi olamaz. Locke’un açıklamalarından Hobbes’dan farklı olarak birbirini izleyen iki sözleşme fikri doğar. Öncelikle doğa durumundan çıkarak yurttaş toplumuna geçmek için bireysel istençlerini toplumun istencine bağlamaları ve toplumun tüm olarak yönetimde bulunmasının olanaksızlığı nedeniyle yönetim erkini çoğunluğun istencine bırakmaları dır. Bu şekilde kurulan hükümet yurttaş toplumunun temel hak ve özgürlüklerini korumak, toplumun refahı için her yönden çalışmak zorundadır. Eğer hükumet asli görevlerini yerine getiremezse toplum tarafından düşürülüp yerine yenisi getirilir. Bu çoğunluk idaresinde en yüksek egemen güç, yasama erkidir. Çıkarılan yasaları uygulamak yürütme erkine, anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer. Yasama erki değiştirilirse hükümet de değiştirilmiş sayılır. Görüldüğü gibi, Locke’un yönetim modelinde en yüksek egemen güç Hobbes’daki gibi mutlak monarkın istenci değil, yasanın gücüdür.




Özetle;

Empirizmin kurucusu sayılan Locke, doğuştan ideler fikrine karşı çıkmış, zihnimizdeki her tür idenin duyu verilerinden türediğini savunmuştur. İnsan zihni başlangıçta bir boş kâğıttır. Bu kâğıt dış cisimlerden edinilen duyu verileriyle dolmaya başlar ve böylece duyumun basit ve ideleri ortaya çıkar. Zihin bu basit ideleri çeşitli şekillerde işleyip bir araya getirerek karmaşık idelere ulaşır. Ayrıca duyumdan edinilenler üzerine yapılan içsel duyum ve işlemler, düşünümün ideleri dediğimiz şeyleri doğurur. Cisim idesi de böyle karmaşık bir idedir. Bu ideyi meydana getiren ideler cismin nitelikleri olurlar ki, bunlar da birincil ve ikincil diye ikiye ayrılır. Töz idesi ise tüm bu özelliklerin taşıyıcısı olarak kabul edilen idedir. Cisimsel tözler dışında, zihinsel idelerin taşıyıcısı olan bir tinsel tözü de kabul eder. Tanrı da böyle karmaşık bir idedir. Bilgi de bu ideler arasındaki ilişkilerden doğar ve ideler arası uyuşumun ya da uyuşmazlığın algılanma biçimine göre üç dereceye ayrılır; sezgisel, tanıtlamalı ve duyusal.

Locke’a göre ahlak da matematik gibi tanıtlamaya elverişlidir çünkü ahlaksal yargıların karşılık geldikleri cisimlerin özleri bilinebilir. İyi ve kötü, haz ve acıdan ya da bizde haz ve acıya yol açan şeyden ve istençli eylemlerimizin etik yasalarla uyuşup uyuşmamasından başkası değildir. Üç çeşit yasa vardır: 1. Kutsal yasa, 2. yurttaşlık yasası, 3. Ahlak yasası. İnsanın doğal durumu herkesin herkese karşı savaşı değil, özgürlük durumudur ama bu durumu yöneten bir doğa yasası vardır. Bu yasa aklın yasasıdır; insana eşit ve bağımsız olduğunu öğretir. İnsanların doğuştan sahip oldukları doğal haklar, kendini koruma ve yaşamını savunma hakkı, özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır. İnsanlar doğal olarak özgür oldukları için kimse öz onayı olmaksızın başkasının politik gücüne uyruk edilemez. Fakat insanlar haklarından daha güvenli bir ortam kurmak için vazgeçer ve bazı hak ve yetkilerini toplumun çoğunluğuna devredecek biçimde sözleşirler. Böylece doğa durumundan çıkarak yurttaş toplumuna geçmek için bireysel istençlerini toplumun istencine bağlarlar. Bu şekilde kurulan hükümet toplumunun hak ve özgürlüklerini korumak, refahı için çalışmak zorundadır. Çıkarı- lan yasaları uygulamak yürütme erkine ve anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder