Bilgi Felsefesi Nedir?
(Epistemoloji Nedir?)
Tarihsel Bakış
Bilgi edinme, bilme ve öğrenme insanın en temel güdülerinden ve onu
diğer canlılardan ayıran en temel özelliklerindendir. Bu güdüler,
insanın ortaya çıkmasından itibaren her yerde ve her zamanda insanın
aktivitelerini temelden etkilemiştir. Yani bilgi edinmenin, dolayısıyla
da bilginin tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir.
Felsefenin ilk ortaya çıktığı dönemlerde (M.Ö. 7. yüz yıl; Yunan
düşüncesi) insanlar ilgilerini bilginin öznesine değil, nesnesine
yoğunlaştırmışlardır. Bu da demektir ki felsefenin ilk dönemlerinde
insanlar "bilen özne" ile değil de "bilginin konusu
olan nesne" ile ilgilenmişlerdir.
Miletos Okulu'nun kurucusu olan Thales, her şeyin arkhesinin, yani ana
maddesinin "su" olduğunu söylemiştir. Aynı şekilde
Anaksimandros, her şeyin arkhesinin sonsuz ve sınırsız olan
"aperion", Anaksimenes ise "hava" olduğunu
söylemişlerdir.
İşte bunlar, nesne üzerine yoğunlaşan ve yorum yapan düşünce
insanlarıdır.
Herakleitos, Parmenides, Demokritos ve Anaksagoras gibi ilk dönem Yunan
filozofları bilginin imkanı, kaynağı, sınırları ve ölçütlerine ilişkin
ilk soruları, şüpheleri ve tartışmaları ortaya çıkarmışlardır.
Sonuç olarak "bilgi" konusunun, felsefî düşüncenin
gündemine gelmesi; sofistler, Sokrates ve onu takip eden Platon ve
Aristoteles gibi büyük filozofların döneminde olmuştur.
Bilgi felsefesinin tarihsel gelişimine biraz göz gezdirdikten sonra,
şimdi bilgi felsefesinin içeriğine değinilebilecektir.
Genel Hatlarıyla Bilgi Felsefesi
Bilgi Teorisi veya
Epistemoloji Nedir?
Bilgi teorisi, bilgi felsefesi veya bilgi kuramı; öncelikle bilginin
imkanı ve imkansızlığına ilişkin konuları ele almaktadır. Yani bilgi
felsefesinin temel konusu, bilginin mümkün olup olmadığıdır.
İnsanın kendi bilgi yetilerinden ya da araçlarından, duyularından,
algılarından, gözlem ve deney yapabilme kabiliyetinden şüphe etmeye
başlaması oldukça ileri bir bilinç ve birikim seviyesi gerektirmektedir.
Yunan düşüncesinde bilgi yetileri uzun süre kullanılıp sınandıktan sonra
sofistlerle birlikte ilk kez ciddi ve sistemli olarak insan, eşyayı
kendisinde olduğu gibi bilip bilemeyeceğini kendine sormuştur.
Bilginin İmkanı, Bilginin Mümkünlüğü
Bilgi teorisinin ilk sorusu, bilginin mümkün olup olmadığıdır. Bu soruya
olumlu olarak cevap verenler, yani bilginin mümkün olduğunu savunanlar
felsefe tarihinde "dogmatik filozoflar" olarak
bilinmektedirler. Dogmatiklerin aksine bilginin mümkün olmadığını
düşünen filozoflara ise felsefe tarihinde genel olarak
"şüpheciler" ya da "septikler" denilmektedir.
Şüpheci filozoflar, dogmatik filozofların bilgi üzerine ortaya
koydukları iddiaları, bu iddiaların temelinde bulunan dayanak ve
ölçütlerini çürütmek suretiyle reddetmeye çalışmaktadırlar.
Bilginin Kaynağı ve
Ölçütleri Nelerdir?
Bilgi felsefesinin problemlerinden birisi de bilginin kaynağı ve
ölçütleri problemidir. "Bilgi elde etmede zihin mi daha etkindir,
yoksa zihnin dışarıdan aldığı veriler mi?" gibi sorular, bilgi
teorisinin kaynak ve ölçüte ilişkin sorularından birisidir.
Bilgi edinme sürecinde insan, genel anlamda kendisinin 2 temel
özelliğinden yola çıkarak hedefe varmaya çalışır. Bu özellikler; insan
aklının düşünme ve duyuların algılayıp gözlemleyebilme yetisidir. İşte
bilgi felsefesi tam da bu noktada, "bilgide bunlardan hangisinin
rolü daha fazladır?" sorusunu sormaktadır.
Felsefe tarihine bakıldığında bu sorulara verilen cevapların, aklın
kendi kendine bilgiyi elde ettiğinden, sadece duyular vasıtasıyla bilgi
elde edilebileceğine kadar geniş bir yelpazeye yayıldığını görebilmek
mümkündür.
Bütün bunların yanında bilginin elde edilmesinde duyuları ve zihni eşit
değerde bulan, bunların her ikisini de yanıltıcı gören, doğru bilgiyi
reddeden, bilgiye ulaşılamayacağını öne süren görüşler de bulunmaktadır.
Bilginin ana kaynağı olarak akıl yürütme ve düşünceyi görenler
"akılcılar (rasyonalistler)", duyu, gözlem veya deneyler
üzerinde duranlara ise "deneyciler (ampiristler)" denir.
Bu akımların isimleri ise "akılcılık (rasyonalizm)" ve
"deneycilik (ampirizm)" olarak adlandırılır. Akılcı
filozoflardan bazıları Platon, Descartes, Spinoza ve Leibniz; deneyci
filozofların bazıları ise Epikuros, Locke, Hume, Condillac ve Comte gibi
isimlerdir.
Bilginin Alanı, Kapsamı ve
Sınırları Nelerdir?
Bilginin yalnızca duyularımız veya gözlemlerimizle elde edildiğini
düşünen bir filozof için bilginin alanı, duyular veya algılarımızla
kavrayabileceğimiz alanla sınırlıdır. Yani bu filozof için duyusal
olmayan bir şeyin bilgisi mümkün değildir. Buna karşılık olarak insan
zihninin duyulardan bağımsız olduğunu düşünen bir filozof, duyusal
olmayan bir alanın varlığını ve bilgisini kabul etmekte bir sıkıntı
çekmeyecektir. Bu alan, mesela fizik-ötesi varlıkların alanıdır. Bu
varlıklar tanrı, ruh ve gelecek hayat gibi varlıklar ve varlık
alanlarıdır.
Genel anlamda hiçbir filozof ve "bilgelik peşinde koşmak"
anlamında felsefenin kendisi, insan bilgisine sınırlar koymak ve bilgiyi
sınırlandırmak istemeyecektir; çünkü bilginin sınırlandırılması demek,
felsefenin de sınırlandırılması olacaktır.
Bu bağlamda Platon, Aristoteles, Farabi ve Hegel gibi filozoflar insan
bilgisinin sınırlarının olmadığını savunmuşlar ve felsefeye destek
çıkmışlardır.
Bu filozoflara göre insan sahip olduğu bilgi yetileriyle tanrı, ruh,
evrenin özü ve kader gibi konuların felsefi açıklamalarını yapabilir
durumdadır. İnsan doğrunun ve güzelin ilkelerini ortaya koyabilir. Bütün
bunların ışığında onlara göre, "metafizik mümkündür"
denilebilir.
Bunlara karşılık olarak Kant, Comte ve Peirce gibi bazı filozoflar
farklı tarzlarda olmak üzere her şeyin bilgisinin mümkün olmadığını,
sadece bazı şeylerin kesin bilgisinin mümkün olduğunu söylemişlerdir.
Bir grup filozof ise felsefenin kendisine özgü bir bilgi alanının
olmadığını, onun yalnızca "önermelerin anlamını açıklığa kavuşturmak"
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu filozoflar, felsefe tarihinde
"Viyana Cephesi Hareketi" olarak bilinmektedir. Bu ismin
kaynağı, bu filozofların kendi görüşlerini 1920'li yıllarda Viyana
çevresinde geliştirmeleridir. Viyana Cephesi Hareketi'nin içinde yer
alan filozoflardan bazıları Carnap, Schlik ve Ayer gibi çağdaş
filozoflardır. Bu hareket bir başka isimle de "Mantıkçı
Pozitivizm" veya "Yeni Pozitivizm" olarak
bilinmektedir.
Bilgi Kuramının Temel Soruları Nelerdir?
Bilgi kuramının temel soruları iki grupta toplanabilir:
1) Bilginin değerine ilişkin sorular; “Doğru bilgiye ulaşmak mümkün
müdür?”,
“Bilgimiz kesin midir?”, “Eğer bilgimiz doğru bilgi ise bunun ölçütü
nedir?” gibi sorulardır.
2) Bilginin kaynağına ilişkin sorular; “Bilginin kaynağı nedir?”,
“Bilgilerimizin kaynağı deney mi, akıl mı yoksa sezgi midir?” gibi
sorulardır.
Bilgi kuramının temel soruları arasında “Doğru bilginin ölçütü nedir?”
sorusu önemli bir yere sahiptir. Bu soruya birbirinden farklı yanıtlar
verilmiştir. Verilen bu yanıtlardan bazıları şöyle sıralanabilir:
“Akla dayanan bilgi doğru bilgidir.” (rasyonalizm = akılcılık)
“Deneye dayanan bilgi doğru bilgidir.” (amprizm = deneycilik)
“Yarar sağlayan bilgi doğru bilgidir.” (pragmatizm = faydacılık)
“Olguya dayanan bilgi doğru bilgidir.” (pozitivizm = olguculuk)
“Sezgiye dayanan bilgi doğru bilgidir.” (entüisyonizm = sezgicilik)
“Fenomeni dile getiren bilgi doğru bilgidir.” (fenomenoloji = görüngü
bilim)
Görüldüğü gibi yukarıda sıralanan önermelerin her biri bilginin kaynağı
konusunda farklı yaklaşımları dile getirmektedir.
Doğru Bilginin İmkânı
İlk Çağ'da insanlar, duyu organları aracılığı ile ulaştıkları her
bilgiyi doğru kabul etmişlerdir. Bu dönemde insanlar; insan zihninden
bağımsız bir gerçekliğin olduğuna, insan zihninin bu gerçekliği kesin
olarak bilebileceğine ve bu bilgiyi duyularla elde edebileceğine kesin
olarak inanmışlardı. Bilginin kaynağı yalnızca duyu organlarına
dayandırıldığı için buna "naiv ampirizm"(yöntemsiz ve sistemsiz bir
ampirizm) denilmiştir. Bu dönemde bilgi felsefi bir sorun olarak
görülmemiştir. Bunun yerine varlığın bilgisini elde edilmeye
çalışılmıştır.
Bilgi konusuna kayıtsız kalma modern felsefe döneminde son bulmuştur. Bu
dönemde bilgi kuramı başlı başına bir felsefi disiplin haline gelmiştir.
İnsanlar bilgi üzerine düşünmeye başladıklarında karşılarına şu türden
sorular çıkmıştır: “İnsan; varlığı ve nesneleri gerçekten bilebilir
mi?”, “Bilgi nesneyi doğru olarak yansıtır mı?”, “Bilgi
kesin olabilir mi?”, “Bilgi kesin olabilirse ölçütü nedir?”.
Bu ve benzeri sorular üzerinde düşünmek demek bilginin değerini
araştırmak demektir. Öte yandan bilginin değeri üzerine geçerli ve
tutarlı şeyler söyleyebilmek, bilginin nereden kaynaklandığını ve nasıl
doğduğunu sorgulamayı gerektirmiştir. Bu gereklilik de şu soruları
ortaya çıkarmıştır: “Bilgimiz nasıl oluşuyor?”, “Bilgimizin
oluşmasında rol oynayan etkenler nelerdir: akıl mı, deney mi, sezgi mi
yoksa başka bir şey mi?”, “Bilgi hangi kaynak ya da kaynaklardan
doğmaktadır?” Bu ve benzeri sorunlar üzerinde düşünmek ise bilginin
kaynağını araştırmak demektir.
İlk Çağ filozofları bilginin kaynağını sorgulamadan önce bilginin
değeri, yani doğru ve kesin bir bilginin olup olmadığı sorunu üzerinde
durmuşlardır. Filozoflardan bazıları doğru bilginin imkânsızlığını yani
insanın gerçekliğin bilgisine erişemeyeceğini savunmuştur. Bu görüşe
septisizm (şüphecilik) denir. Bazı filozoflar da doğru bilginin
mümkün olduğu görüşünü savunmuşlardır. Buna da dogmatizm adı
verilir.
Doğru Bilginin İmkânsızlığı
“Genel geçer doğru bir bilgi var mıdır?” sorusu İlk Çağdan bu
yana sorulmuştur. Ancak bu dönemde filozoflar tüm varlıklara temel olan,
tüm varlıkların kendisinden çıktığı ana maddenin ne olduğunu
araştırmışlardır. Onun için antik felsefenin ilk dönemi doğa felsefesi
olarak adlandırılır. Doğa filozoflarının, aynı konuda farklı sonuçlara
ulaşmaları kuşkuculuğun ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Örneğin
Thales'e göre, evrenin kendisinden çıktığı ana madde “su”
iken Anaksimenes'e göre “hava”dır. Yine Herakleitos'a göre
evrende sürekli bir değişim vardır, Parmenides'e göre evrende değişme
yoktur. Filozofların aynı konuda farklı hatta çelişik sonuçlara
ulaşmaları, insanların dış dünyanın bilgisini elde edemeyeceklerini
düşünmelerine neden olmuştur.
Kuşkuculuk akımını etkileyen görüşleri kısaca belirtmekte yarar vardır. Bunlardan
biri Zenon (M.Ö. 490-430)'a aittir. Zenon paradoks(çatışkı)ları diye
bilinen, hareketin imkansızlığını gösteren “ok” kanıtı şöyledir: Atılan
bir okun hareket ettiğini sanırız. Oysa ok, hedefe varmak için atılmış
olduğu yer ile hedef arasındaki mesafenin her noktasını tek tek geçmek,
yani ayrı ayrı her noktada bulunmak zorundadır. Bulunması demek ise
Zenon'a göre durmak demek olduğundan, ok bütün bir uçuş süresince
duruyor, yani hareket etmiyor demektir. Zenon'un bu kanıtı kuşkuculuk
açısından önem taşır, çünkü o söz konusu kanıtıyla, insanların kesin
olarak bildikleri bir konuda yani yaydan çıkan okun hareket ettiği
konusunda kuşkuya düşmelerine neden olur.
Atomcu
filozof Demokritos (M.Ö. 460-360)'a göre de duyularla elde edilen bilgi
ve dış dünyadaki somut varlıklar gerçekte var değildir. Gerçekte var
olan şeyler yalnızca renksiz, kokusuz atomlardır. Atomlar ise
algılanamaz, algılanamayacağı için de gerçek olan bilinemez.
Sofistlere göre de bilgilerin kaynağı duyumlardır. Duyum
ve algılar ise özneldir. Kişiden kişiye değişir. Bu nedenle herkesin
kabul etmesi gereken genel geçer doğrular yoktur. Sofist düşünürler Eski
Yunan'da kentleri dolaşarak para karşılığı ders veren öğretmenlerdi.
İnsanlara güzel konuşma ve politikada başarılı olmanın yollarını
öğretiyorlardı. Sofist düşünürlerin en ünlüleri Protagoras (482-411) ve
Gorgias (M.Ö. 483-375) dır. Protagoras'a göre “insan her şeyin
ölçüsüdür.” Buna göre herhangi bir konuda genel geçer bir yargıda
bulunamayız. Herkesin üzerinde uzlaşabileceği doğru ya da yanlış hiçbir
şey yoktur. Gorgias ise; “1) Hiçbir şey var değildir. 2) Bir şey olsa
bile, bilinemez. 3) Bir şey var olsa ve bilinebilse bile, bu bilgi
başkalarına aktarılamaz.” görüşüyle genel geçer doğrunun olmadığını
belirtmiştir.
Kuşkuculuk (Septisizm) Nedir, Ne Demektir?
Genel geçer doğru bilginin insan için olanaksız olduğunu dile getiren
akıma, kuşkuculuk (septisizm) adı verilir. Bu akımın önde gelen
temsilcileri, İlk Çağ felsefesinde Phyrrhon (Piron, M.Ö. 365 - 275),
Timon (M.Ö. 320-230), Arkesilaus (M.Ö. 216-241) ve Karneades (M.Ö.
214-129)'tir. Septisizm denilince bilgi, varlık ve değerin var
olduğundan şüphe eden ve bunların bilgisine ulaşılabileceğine kuşkuyla
bakan felsefe anlaşılır. Bu anlayışa göre; duyularımızın bize sağladığı
bilgi karmaşıktır, atlatıcıdır, değişkendir. Oysa doğru bilginin mutlak,
açık ve genel geçer bir bilgi olması gerekir.
Şüpheyi bir sistem olarak ortaya koyan ilk filozof Phyrrhon'dur. Bu
yüzden septisizme Pyrrhonizm de denir. Ona göre varlıkların bizzat
kendilerini hiçbir zaman bilinemez. Biz, varlıkları yalnızca bize
göründükleri şekliyle bilebiliriz ve bu görünüşlerin ötesine geçemeyiz.
Varlıkların, nesnelerin ne oldukları insan için bilinmez bir konudur.
Pyrrhon'a göre, bilgimizin kaynağı duyumdur. Duyumlar ise sübjektif
(öznel) olup, kişiden kişiye farklılık gösterir. Dolayısıyla sübjektif
duyumlardan hareketle, objektif (nesnel) bir gerçekliğin bilgisine
varılamaz.
Phyrrhon'un bu görüşleri, daha sonra öğrencisi Timon ve Aenesidemos
(Enesidemos, M.S. 1. yüzyıl) temellendirilerek ayrıntılı hâle
getirilmiştir. Bu kanıtlardan bazıları şunlardır:
1. İnsanlarda bazı yapısal farklılıklar vardır.
2. Duyu organları, insandan insana farklılık gösterir.
3. Farklı koşullar özneyi farklı şekilde etkiler.
4. Nesnelerin yeri ve uzaklığı, duyumu olumsuz bir biçimde
etkiler.
5. Yasaların, gelenek ve göreneklerin insanların üzerinde farklı
etkileri olur.
Sıralanan bu nedenlerden dolayı, aynı şeyler farklı insanlara, farklı
şekillerde görünebileceği için doğru bilgiye ulaşmak mümkün değildir.
Arkesilaus, duyular ve akıl yoluyla elde edilen bilginin genel geçer
bilgi olduğuna inanmamız için kanıtın bulunmadığını savunur. Ona göre;
“Doğru dediğimiz bilgiler gerçekten doğru değil, doğruya benzer
bilgilerdir.” Karneades'e göre de “Doğru için elimizde güvenilir bir
ölçüt yok, bütün bilgilerimiz yalnızca olasılık değerindedir, kesin
bilgi değildir.”
Görüldüğü gibi septisizm, insan zihninin kesin bilgiye ulaşamayacağını,
gerçeğin özünü bilemeyeceğini, bunun için herhangi bir konuda özellikle
ana madde, tanrı, ruh gibi konularda olumlu yada olumsuz yargıda
bulunmanın yersiz olduğunu ileri süren bir öğretidir.
Septisizm hakkında yanlış anlaşılmaları gidermek için birkaç noktanın
açıklanmasında yarar vardır. Septisizm gerçeği bütünüyle inkâr etmek
değildir. İnkâr etmek bir yargıda bulunmak olacağından septik
filozoflar, hiçbir konuda kesin yargıda bulunmazlar. Ayrıca septik
filozofların ileri sürdükleri görüşler gündelik olaylarla ve pratik
işlerle ilgili değil, felsefi gerçeklikler ve ilkelerle ilgilidir.
Septiklerin şüphe anlayışını Descartes'ın şüphe yöntemiyle karıştırmamak
gerekir. Çünkü septiklerde şüphe amaçtır; (doğru bilgiye ulaşma mümkün
değildir) Descartes'ta ise doğru ve kesin bilgiye ulaşmak için bir araç
ve yöntemdir. Descartes, insan için kesin ve mutlak bir bilgiye
ulaşmanın mümkün olduğunu savunur. İşte söz konusu kesin ve mutlak
bilgiye ulaşmak için, kuşkuyu bir yöntem olarak kullanır.
Günümüzde, bilim ve teknoloji hızla gelişmekte, her bilim dalı
alanlarıyla ilgili sayısız doğru bilgi ortaya koymaktadır. Bunun
sonucunda “Doğru bilgi mümkün müdür?” sorusu ortadan kalkmış ve
septisizm bir felsefi öğreti olarak varlığını koruyamamıştır.
Doğru Bilginin
İmkânı
Doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu güçlü ve mutlak bir inançla
savundukları için, filozofların tavırları dogmatizm olarak ifade edilir.
Doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu konusunda aynı tavrı benimseyen,
bununla birlikte, bilginin kaynağı konusunda ayrılan, farklı düşünen bu
görüşler şunlardır: rasyonalizm, ampirizm, kritisizm, pozitivizm,
analitik felsefe, entüisyonizm, pragmatizm ve fenomenoloji.
Rasyonalizm (Akılcılık) Nedir, Ne Demektir?
Rasyonalizm (akılcılık, usçuluk) kavramını günlük dildeki anlamı ile
felsefedeki anlamı farklıdır. Günlük dilde rasyonalizm; akıl ve mantık
süzgecinden geçmemiş görüşleri kabul etmemek, önyargılardan ve duygusal
saplantılardan arınmış olmak anlamına gelir.
Felsefede ise rasyonalizm, doğru bilginin kaynağının akıl olduğunu
savunan görüştür. Rasyonalizm; bilginin doğuştan gelen akıl ve onun bir
görevi olan düşünme gücü ile meydana geldiğini benimser ve doğru
bilginin kaynağını da duyularda değil, akılda gören öğretidir. Ona göre
aklımız doğuştan birtakım ilkeler ve yetilerle donatılmıştır. Evreni
oluşturan tüm nesneler hakkında kesin bilgi edinmemiz için yalnızca bu
ilkelere uygun biçimde mantığımızı kullanmamız yeterlidir.
Rasyonalistlere göre matematik ve mantık bilgileri akılsal (ussal)
olduğu için, değişmeyen, herkes için doğru bilgilerdir. Filozoflar da
aynı yöntemle evrenle ilgili tüm gerçekleri bilebilir.Felsefe tarihinde
İlk Çağdan bu yana bilgi konusunda, temelde rasyonalist görüşü savunan
ancak farklı yaklaşımları olan birçok filozof vardır.
Sokrates ve Rasyonalizm (Akılcılık)
Sokrates (M.Ö. 469-399)
Sokrates İlk Çağ felsefesinin çok önemli filozoflarından biridir.
Kendisinin yazılı
bir eseri yoktur. Düşüncelerini günümüze ulaştıran öğrencisi platon
olmuştur. Sokrates
yaz kış Atina sokaklarında dolaşır, herkesle her konuyu tartışırdı.
“Sorgulanmamış
yaşam yaşanmaya değmez.” sözünden yola çıkar ve her şeyin sorgulanması
gerektiğini
öğütler. Tartıştığı kişilere, değer yargılarına körü körüne inanmanın
yanlışlığını göstermeye
çalışırdı. Ona göre, “Erdem bilgidir.” Ancak her bilgi erdem değildir.
Erdem olan bilgi,
insanı kendisini gerçekleştirmeye ve mutluluğa götüren bilgidir.
Sokrates, tartışma yöntemi olarak diyalektik yöntemini kullanırdı. Bu
yöntem
maiotik (doğurtma) ve ironi (alay)den oluşur. Tartıştığı kişilerin
özelliklerine göre
yöntemleri kullanırdı. Hiçbir şey bilmediğini söyleyen kişilere, maiotik
yöntemiyle
aslında birçok şey bildiğini gösterir. Her şeyi bildiğini sanan kişilere
de ironi
yöntemiyle gerçekte bir şey bilmediğini gösterirdi. “Bildiğim bir şey
var, o da hiçbir
şey bilmediğimdir” sözüyle ve sergilediği öğrenme ve bilgiye susamışlık
haliyle
karşısına aldığı kişilere gerçekte bilgisiz olduklarını işaret ederdi.
Sokrates'in bu
düşüncelerinde ebe olan annesinin etkisi olmuştur. Bunu şöyle ifade
eder; “Annem,
nasıl var olan bir bebeğin dünyaya gelmesine yardımcı oluyorsa öğretmen
de öğrencisine
yeni bir şey öğretmez; ancak onun aklında var olan bilgileri gün ışığına
çıkarır. Çünkü
bilgiler aklımızda doğuştan vardır.” Böylece kesin ve genel geçer
bilginin var olduğunu
ve bilginin doğuştan geldiğini savunur.
Farabi ve Rasyonalizm (Akılcılık)
Fârâbî (870-950)
Fârâbî Türk asıllı bir filozoftur. İslam felsefesinin kurucusu sayılan
Fârâbî
Aristoteles'in ve Plotinos'un görüşlerinden yararlanarak kendi sistemini
kurmuştur.
Felsefesinin amacı İslam dinini felsefi bir temele oturtmaya çalışmaktı.
Fârâbî'nin bilgi konusundaki görüşleri Aristoteles'in görüşleriyle
uygunluk gösterir.
Ona göre bilginin üç kaynağı vardır. Bunlar; duyu, akıl ve nazardır.
Duyusal bilgiler
duyu organları aracılığı ile alınan tekil olan bilgilerdir. Akıl
sayesinde kendi iç
dünyamızda olanları, zihin durumlarımızı gözlemleriz. Nazar ise doğuştan
getirilen
düşüncelere karşılık gelir. Derinliğine düşünmeyi ifade eden nazar
yoluyla akılda doğuşta bulunan düşünceleri kavrarız. Duyu ve akıl
doğrudan , nazar ise dolaylı bilgi
verir. Duyu organlarıyla algılanan dış dünyaya ait tekil bilgiler doğru
bilgiler değildir.
Bu bilgiler sadece doğru bilginin malzemesini oluşturur. Tekil bilgiler
nazar yani derinliğine
düşünme, akıl yürütme yoluyla biçimlendirilerek genel kavramlara, yargılara
dönüştürülür. Böylece kesin ve genel geçer bilgilere ulaşılmış olur.
Fârâbî'ye göre insan zihninde doğuştan getirilen düşünceler vardır.
İnsan aklında
bulunan sezgi gücü sayesinde bu düşünceleri kavrar. Sezgi, kesin ve
genel geçer bilgiye
ulaşma aracıdır.
Platon ve Rasyonalizm (Akılcılık)
Platon (M.Ö.427-347)
Sokrates'in öğrencisi Platon kesin, genel geçer bilginin var olduğunu ve
bu bilginin
doğuştan geldiğini savunur. Ona göre, değişen hiçbir şekilde
bilinemeyeceği için, insan
zihninden bağımsız olan, değişmez bir varlık olmalıdır. Platon'a göre
sabit, kalıcı ve
değişmez olan birtakım varlıklar olmalıdır. O bu değişmez, sabit ve
kalıcı varlıklara
idealar adını verir.
Platon'un bilgi konusundaki görüşlerini açıklayabilmek için, varlık
görüşünü
açıklamakta yarar vardır. Platon, var olanları ikiye ayırarak, iki ayrı
dünyanın var
olduğunu ileri sürer: Birincisi, beş duyu organıyla algıladığımız, somut
varlıklardan
oluşan insanlarında içinde yaşadığı dünyadır. Platon'un görünüşler
dünyası ya da “nesneler
dünyası” adını verdiği bu dünyada mutlak bir değişme hüküm sürer.
Nesneler
dünyasındaki varlıklar, sürekli olarak değiştikleri için bilinemez,
çünkü değişen bir şey
bilinemez. Nitekim beş duyu ile algıladığımız dünyadaki varlıklar belli
bir zamanda
belli bir şey iken, başka bir zamanda başka bir şey olacaktır. Bu nesne
sürekli değiştiği
için onun doğru bilgisine, tasvirine ulaşmak mümkün değildir. Beş duyu
yoluyla
yalnızca somut nesneler hakkında birtakım inanç ve ya sanılarımız
olabilir. İkincisi,
Varlıkların ilk örneklerinin yer aldığı idealar dünyasıdır. Bu dünya
öncesiz ve sonrasız
olan ideaların dünyasıdır. İdea değişmez öz, şeylerin ilk örnekleridir.
Asıl gerçek olan
ideaların dünyasıdır. Her şeyin aslı oradadır. Asıl gerçeklik, idealar
olduğundan doğru
bilgi ideaların bilgisidir. İdealar dünyası ancak akılla kavranabilir.
Nesneler dünyası,
idealar dünyasının bir kopyası, bir gölgesidir. Platon'a göre idealar
değişmez, gözle
görülemez, duyularla algılanamaz. Ancak onlar akıl yoluyla bilinebilir.
İdealar hakkındaki
bilgilerimiz doğuştan gelmektedir.
Rene Descartes ve Rasyonalizm (Akılcılık)
Rene Descartes (Röne Dekart, 1596-1650)
Descartes, modern felsefenin ve analitik geometrinin kurucusu olarak
kabul edilir.
Felsefeyi, her türlü dinsel ve siyasal otoritenin baskısından kurtarmaya
çalışmış önemli
bir filozoftur. Felsefe alanında önemli eserler vermiştir. En önemli
eserleri; “Yöntem
Üstüne Konuşma”, “Felsefenin İlkeleri” ve “Metafizik Düşünceler”dir.
Descartes'e göre bilgi üç yoldan: duyu organlarından, düş (hayal)
gücünden
(yapma bilgi) ve doğuştan gelir. Tanrı, ruh, uzay ve tüm matematik
düşünceler doğuştan
gelir. Doğuştan gelen düşünceler tıpkı irsî hastalıklara benzer. Nasıl
bu tür hastalıklar
her yeni doğan bebeklerde kesin olarak ortaya çıkacağı anlamı
taşımadığı; ama
hastalığa yakalanma olasılığının yüksekliğini gösterdiği gibi doğuştan
gelen düşünceler
de doğduğumuzda hazır olan düşünceler değildir. İnsanda bu düşünceleri
ortaya
çıkaran sağduyu gibi yetenekler vardır. Descartes'e göre zihnimizin
duyumlarla ve
deneyle elde ettiği bilgiler ile düş gücü ile ilgili bilgiler olasılığı
içerir, her zaman açık
ve seçik değildir. Çünkü bu tür bilgilerimizin gerçek bir nesne
karşılığı yoktur. Bu iki
bilgi türü ile elde edilen bilgiler, zihnin hayal ve fantezileriyle
oluşturulmuş kurgulardır.
Ona göre yalnızca doğuştan gelen bilgiler doğruluğu açık ve seçik olan
bilgilerdir. Bu
tür bilgiler doğası gereği genel geçer, doğru ve zorunlu bilgilerdir.
Descartes, doğuştan
gelen bilgileri en değerli bilgi kabul etmekle dogmatik rasyonalizmi
benimsemiş bir
bilgi kuramcısıdır.
Descartes'e göre duyularımız ve anlama yetimiz bizi yanıltabilirler.
Yanılmanın
varlığı insanı her şeyden şüpheye götürür. fiüphe ede ede şüphe
edemeyeceğimiz bir
yere gelebiliriz. O da “şüphelenmekte olduğumdan şüphe edemem.” “fiüphe
etmek,
düşünmek demektir.” Böylece Descartes, ünlü sözü “Düşünüyorum öyleyse
varım.”
önermesine ulaşır. Düşünüyor olmam var olduğumdan yani düşünen bir
“ben”in var
olduğundan emin olmamı sağlamaktadır; çünkü var olmasaydım düşünemezdim.
Bu kanıtlamasıyla Descartes, doğruluğundan açık seçik bir biçimde emin
olduğu
bir önerme bulunduğunu göstermiş olur. Bununla şüpheciliğin, hiçbir şey
bilinemez,
biçimindeki temel düşüncesini çürütmüş olur. Demek oluyor ki bilmek
olanaklıdır.
Yukarıda açıklandığı gibi apaçık doğru bilgiye akıl ile ulaştığı için
Descartes
rasyonalisttir.
Aristoteles ve Rasyonalizm (Akılcılık)
Aristoteles (M.Ö. 384-322)
Aristoteles ile öğretmeni Platon'un bilgi anlayışları çok fazla
farklılık göstermez.
Aristoteles'e göre de bilgi değişmez olanın bilgisidir. Bazı konularda
öğretmeni
Platon'dan farklı düşünür. Platon gerçek varlıkların idealar olduğunu ve
ideaların nesneler
dünyasının dışında olduğunu ileri sürmüştü. Aristoteles bu görüşe karşı
çıkar. Ona göre
idealar, Platon'un ileri sürdüğü gibi nesnelerin dışında, zaman ve
uzayın ötesinde değildir.
İdealar, varlıkların içinde bulunan “öz”lerdir. Aristoteles'e göre
varlıkların bir “öz”ü bir
de “form”u (biçimi) vardır. Form (biçim) Platon'un idea dediği şeydir.
Bu söylemiyle
Aristoteles ideaların varlığını kabul eder. Ancak, ideaları başka bir
evrende değil,
nesnelerin içindeki “öz”le beraber olduğunu düşünür. Ona göre insanın
doğuştan
getirdiği bilgileri yoktur. Ama, duyu organları aracılığı ile elde
ettiği verileri işleme ve
tümel kavramları oluşturma yeteneği vardır.Bu görüşünü şöyle dile
getirir; “Bilgi
duyumla başlar, ancak bilgi duyum değildir. Bilgide duyumun yanında
başka bir
ögenin, aklın işe karışması söz konusu olmazsa asla bilim ve felsefe
meydana gelmez.”
Aristoteles'e göre bilgi edinme yetisi akıldır. Akıl da edilgin (pasif)
ve etkin (aktif)
olmak üzere ikiye ayrılır. Bilginin malzemesini edilgin akıl yani
duyular verir, onu
biçimlendiren ise etkin akıldır. İnsan aklında doğuştan getirdiği bazı
temel kalıplar
(kategoriler) vardır. İşte bu kalıplar sayesinde insan bilgiyi
biçimlendirir, genel kavramlar
biçiminde ortaya koyar.
Aristoteles'e göre gerçekte var olanlar tek tek şeylerdir: İnsan, yazı
tahtası, yoldaki
otobüs vb. Görmediğimiz ideaların gerçekliği yoktur. Ancak tek tek var
olanları bir
kavram altında birleştirerek tümel önermeler elde etmek gerekir. Çünkü
bu tümel önermeler
sayesinde bilgiye ulaşılabilir. Tümel önermeler, tekil önermelerden
oluştuğundan
yapılması gereken tekilleri tümellerden üretmektir. Bu akıl yürütme
biçimine ise tümden
gelim (dedüksiyon) adını verir.
Hegel ve Rasyonalizm (Akılcılık)
Hegel (1770-1831)
Alman filozof George Wilhelm Friedrich Hegel (Georg Vilhelm Fridrih
Hegel)
rasyonalizmi doruk noktasına ulaştırmış bir filozoftur.
Hegel'e göre, insan varlık hakkında, duyuları hiç kullanmaksızın,
yalnızca akıl
yoluyla gerçek ve apaçık bir bilgiye ulaşabilir. Çünkü, aklın
yasalarıyla, varlığın
yasaları bir ve aynıdır. Yine ona göre nesnenin kendisi de özne gibi
ussal'dır.(akılsaldır)
Hegel varlıkla, düşünce arasındaki bu özdeşliği şöyle ifade etmiştir:
“Akla uygun olan
gerçek, gerçek olan ise akla uygundur.
Hegel'e göre temel bilim mantık bilimidir. Doğru bilgiye yalnızca mantık
yoluyla
ulaşı labilir. Mantık bilimi, aklın yalnızca kendisinden türettiği
kavramların ortaya konması,
açıklanması ve geliştirilmesinden oluşur. Düzgün düşünme, doğru düşünme
kurallarının ve formlarının bilgisidir. Bir şeyin başka bir şeyden
çıktığı ya da başka bir
şeyin sonucu olduğu gibi bağlantıları inceleyen formel disiplindir.
Descartes'e göre
bütün evren, mantığın kavramları yani genel belirlenimleri ve çerçevesi
içinde inşa edilmiştir.
Mantık hakikatin apaçık göründüğü alandır.
Hegel'in felsefesinin temelinde gelişme ve değişme kavramı bulunur.
Felsefedeki
önemi, her şeyin değişim ve hareket halinde, birbirine bağlı olduğunu
söylemesi ve
diyalektik yöntemini geliştirmesidir. Ona göre düşünce (ruh) ve madde
(evren) sürekli
değişim içindedir. Her tür yaşamın ve hareketin temelinde değişme ve
gelişme vardır.
Hegel'e göre değişmede düşüncenin yani ruhun yeri ve önemi öndedir. Yani
düşüncede
meydana gelen değişmeler maddedeki değişmelere yol açar.
Hegel'e göre bu dünya, bu dünyayı meydana getiren ve bilgimizin konusu
olan nesneler
insan zihninden başka bir zihnin eseridir. Hegel bu mutlak zihne (mutlak
akıl) “Geist”
adını verir. Geist, kendi kendisine yeten, kendi kendisinin bilincinde
olan bir varlıktır.
Ona göre her şey üç aşamalı bir gelişme sonucu meydana gelir. Bu
aşamalar; tez, antitez
ve sentezdir. Her şey karşıtı aracılığı ile gelişir, değişir. Her tez,
antitezini gerektirir, bu
ikisinin ilişkisi daha yüksek düzeyde senteze ulaşır. Geist'ın
diyalektik hareketinin birinci
adımında O, kendisindedir(tez). Kuvvet halindedir ve gücünü henüz
gerçekleştirmemiştir.
Bununla birlikte Geist'in kendisini bilmesi, tanıması için gerçeklik
kazandırması
gerekir. Geist, bu amaçla kendisini ilk olarak doğada gerçekleştirir
(antitez). Hegel'e
göre doğa farklılaşmış “Geist”tir. O şimdi kendisinden başka bir şey
olmuş, özüne
aykırı düşmüştür. Geist doğada kendisine yabancılaşmış, kendi özü ile
çelişik duruma
düşmüştür. Bu çelişki diyalektik sürecin üçüncü basamağında kültür
dünyasında
ortadan kalkar(sentez aşaması). Bununla da Geist kültür dünyasında
yeniden kendini
bulur, kendine döner, bilincine tam olarak varmış ve özgürlüğüne
kavuşmuştur.
Ampirizm (Empirizm, Deneycilik) Nedir, Ne Demektir?
Ampirizm, bilgimizin kaynağında, yalnızca deneyin bulunduğunu söyleyen
akımdır. Ampirizme göre insan aklında doğuştan gelen hiçbir bilgi
yoktur. Başka bir deyişle mantık ilkeleri ya da düşünmenin
yasaları da denilen; özdeşlik, çelişmezlik, yeter neden, üçüncü halin
olanaksızlığı ilkeleri; matematikteki kavramlar; Tanrı fikri vb.
aklımızda doğuştan hiçbir bilgi yoktur. İnsan zihni doğuştan boş bir
levha gibidir. Yine ampirizme göre sahip olduğumuz tüm bilgilerimizi
deney ve gözlemlerle, duyular aracılığı ile elde ederiz. Çocuk, sobanın
yada ateşin sıcak olduğunu ve kendisini yakabileceği bilgisine deney ve
gözlem aracılığı ile ulaşır.
Ampirizmin ilk ve en yalın biçimini İlk Çağ filozoflarından Epikuros
(M.Ö.341-270)'ta görürüz. Epikuros , “Mühür, bal mumuna nasıl tıpatıp
kendi izini bırakırsa eşya da bizde belli izler bırakır.” sözüyle
bilgilerin ilk kaynağının duyu olduğunu savunmuştur. Ona göre bizi
yanıltan duyular değil, aklın eklediği yargılardır.
Empirizmin iki ünlü temsilcisi vardır: biri kurucusu da sayılan John
Locke diğeri David Hume'dur.
Lohn Locke ve Ampirizm (Empirizm, Deneycilik)
John Locke (Con Lok, 1632-1704)
Ampirizmin kurucusu Locke, bilginin kaynağında tecrübenin, deneyin
bulunduğunu söyler. Ona göre insan zihni dünyaya boş bir levha (tabula
rasa) olarak gelir. Tüm bilgilerimizin kaynağı deney ve
alışkanlıklardır. Ona göre bilgilerimiz doğuştan olsaydı, cahil yada
budala olarak gördüğümüz kişilerin de akıl ilkeleri, matematik kavramlar
ve tanrı hakkında bilgisi olması gerekirdi. Nitekim bugün öyle toplumlar
vardır ki tanrı konusunda hiçbir düşüncesi ya da onu anlatacak
sözcükleri dahi yoktur.
Locke'a göre bilginin iki kaynağı vardır. Birincisi dış dünyayı
duyularla tanımamızı sağlayan dış deney (duyum), ikincisi ise zihnimizin
çeşitli işlemlerini bize bildiren iç deney (refleksiyon)dir. Ona göre
bütün bilgi ve düşüncelerimiz bu iki kaynaktan elde edilir. Kaynağı
deney olan bu tür bilgilere felsefede aposteriori bilgiler denir. Onda
her tür bilgi aposterioridir.
Locke'a göre bilginin meydana gelebilmesi için şu yetilere ihtiyaç
vardır:
1. Zihnimize gerekli tasarımları sağlayan algı,
2. Zihnimize gelen tasarımları saklayan bellek,
3. Tasarımları yada düşünceleri birbirinden ayırmamıza yarayan
ayırt etme yetisi,
4. Tasarım ve düşünceleri birbiriyle karşılaştırmamızı sağlayan
karşılaştırma yetisi,
5. Bir çok tasarımı ve düşünceyi birleştirmemizi sağlayan
birleştirme yetisi ve
6. Benzer düşünce ve tasarımlardaki ortak ögeyi bulup çıkarmaya
yarayan soyutlama yetisi.
Locke'a göre üç tür bilgi edinme yolu bulunur:
a. Sezgisel bilgi: Bu bilgi edinme yoluyla insan kendi varlığının
bilgisine sahip olur. Bu tür bilgiler kesin ve sağlam bilgilerdir.
b. Duyusal bilgi: Bu bilgi edinme yoluyla insan dış dünyadaki
varlıkların bilgisine sahip olur. Bu tür bilgiler kesin ve sağlam bilgi
değildir.
c. Tanıtlayıcı bilgi: Tanıtlama, metallerin genleşmesini ısıya
dayandırma, cisimlerin düşüşünü yer çekimine bağlama işleminde olduğu
gibi, ortak terimleri bulunmayan önermeler arasında bir nedensellik
bağıntısı kurma işlemidir. Bu tür bilgi edinme yoluyla da insan
Tanrı'nın varlığını kanıtlar.
Görülüyor ki Locke rasyonalistlerin görüşlerine karşı çıkmış, deneyden
gelmeyen birtakım bilgilere sahip olduğumuz varsayımını bir düş, bir
yanılgı olarak görmüş ve tüm bilgilerimizin deneyden geldiğini
göstermeye çalışmış bir filozoftur.
David Hume ve Ampirizm (Empirizm, Deneycilik)
David Hume (Deyvid Hiyum, (1711-1776)
Hume, insanın her şeyi algı yoluyla bildiğini söyler. Ona göre algılar
iki şekilde ortaya çıkar. Bunlar; - İzlenimler ve - İdeler (kavramlar ve
düşünceler)dir. İzlenimler; duyumlar, duygulanmalardan oluşur. Görürken,
işitirken, severken yada nefret ederken algıladıklarımız ve
hissettiklerimiz bu grupta yer alır. İzlenimler canlı ve güçlü olur.
İdeler ise duyum ve duygulanımların soluk izleri veya kopyalarıdır.
Bunların farkına herhangi bir izlenime yönelip onun üzerinde
düşündüğümüzde varırız.
Zihinde bulunan her şeyin, tüm izlenim, kavram ve düşüncelerin
temelinde, dış dünyanın duyular yoluyla algılanması vardır. Bu algılarda
belli özellikler bulunduğu zaman bunlar birbirleriyle birleştirilir.
Böyle bir birleştirme faaliyetinin sonucunda, ise daha karmaşık
düşünceler ve bilgiler ortaya çıkar.
Hume'a göre düşüncelerin birbirleriyle birleştirilmesini sağlayan üç
özellik vardır:
1. Benzerlik: Buna göre, bir heykel bizi heykeli yapılan şey
üzerinde düşünmeye sevk eder.
2. Süreklilik: Buna göre, bir futbol takımında bir futbolcudan
söz edilmesi bize başka futbolcuları düşündürür.
3. Neden-sonuç bağlantısı: Buna göre de, bir ameliyat yarası
üzerinde düşünme bizi yaranın ardındaki acıya götürür.
Bütün bilgilerimiz, nedensellik ilkesine dayanır. Fakat, Hume
nedensellik ilkesinin temellendirilemeyeceğini ve bilinemeyeceğini
savunur.
Nedensellik ilkesi şunları savunur:
Her şeyin bir nedeni vardır ve belirli koşullar altında aynı neden daima
aynı sonucu doğurur. Hume bu ilkeye katılmaz. Ona göre bu ilkeye
ulaşabilmek için doğadaki her olayı birer birer gözden geçirip bir
neden-sonuç zinciri oluşturmak gerekir. Oysa böyle bir çalışma, ne
kuramsal olarak ne de pratik olarak mümkün değildir. Hume'a göre
nedensellik ilkesi alışkanlıktan ibarettir. Örneğin; ateşin üzerine
konan her suyun kaynadığını gördüğümüz için “Ateş suyun kaynama
nedenidir.” deriz. Yine Ave B olayları arasında her zaman birbirini
izleyen bir ilişki gözlemlediğimiz için bu iki olay arasında nedensellik
ilişkisi olduğuna inanırız. Oysa bunlar bir bilgi değil bir inanç ve
alışkanlıktır.
Buna bağlı olarak Hume, nedensellik ilkesinin deneyin sonucu olan bir
düşünce olması gerektiğini söyler. Yani bir başka anlatımla nedensellik
bir zorunluluk değil, bizim bir alışkanlığımızdır.
David Hume, Baconla başlayan ve daha sonra Locke ile gelişen ampirizmi
doruk noktasına çıkarmış kendisinden sonra gelen düşünürleri büyük
ölçüde etkilemiştir.
Kritisizm (Eleştiricilik) Nedir, Ne Demektir?
Doğru bilgiye sadece akılla ulaşılabileceğini iddia eden rasyonalizm ve
duyularla elde edileceğini söyleyen ampirizmi eleştirdiği için kritisizm
adı verilmiştir.
Felsefesini hem empirizme hem de rasyonalizme dayandıran kritisizm doğru
bilgiye ulaşabilmemiz için deney, gözlem ve aklın bir arada bulunması
gerektiğini savunan bir öğretidir. Aynı zamanda insan zihninin güçlerine
ve insanın neyi bilip bilemeyeceğine ilişkin bir araştırmadan meydana
gelen felsefi yaklaşımdır.
Kurucusu Kant'tır.
Immanuel Kant Kritisizm (Eleştiricilik)
Immanuel Kant (1724 - 1804)
Felsefede rasyonalizm ve ampirizm akımlarının bir sentezini yapmıştır.
Kant'a göre, Deneyden önce gelen hiçbir bilgi yoktur. Fakat bu bütün
bilgilerimizin deneyden geldiği anlamına gelmez. Bütün bilgilerimiz
deneyle başlar fakat yalnızca deneyin ürünü değildir. Yani bilgi deneyle
başlar fakat deneyle sona ermez. Bilgi için deneyin yanında deney
verilerini düzene sokacak bir öge daha gereklidir ki bu da akıldır.
Kant, insan zihninde apriori (önsel) bir bilgi olduğunu savunur.
Doğuştan var olduğunu söylediği şey aklın kategorileri (formları)dir.
Kant'a
göre, akıl deneyden gelen hammaddeyi, malzemeyi bu kategoriler sayesinde
biçimlendirir ve bilgiye dönüştürür. Bir kısım bilgi de aposteriori
olarak sonradan elde edilir.
İnsan, bilgi sürecinde, pasif olmayıp aktif bir biçimde duyular yoluyla
gelen izlenimleri sınıflar, kalıplara yerleştirir ve yorumlar. Kant'a
göre insan bilgisi sınırlıdır. İnsan zihni, nesneleri ve olayları
gerçekte oldukları şekliyle bilemez. Nesneler, zihnin imkanlarına,
yapısına ve formlarına göre bilinebilir. İnsan zihni fenomenleri
(görüngü) bilebilir.
Kant'a göre bilgilerimizin iki kaynağı vardır. Bunlar akıl ve deneydir.
Deney, dış dünyaya ilişkin bilgilerimizin ham maddesini, içeriğini
verir. Akıl ise bu hammaddeyi düzenler, belli bir kalıba sokar. Kant bu
düşüncesini kısaca şu sözleriyle açıklar: Kavramlar, deneyden gelen
malzeme olmaksızın boş, deneyden gelen ham madde ise kavramlar
olmaksızın kördür.
Kant insan zihnini bir fabrikaya benzetir. Herhangi bir fabrikaya gelen
bir ham madde, birtakım işlemlerden geçtikten yani işlendikten sonra
maddeye dönüşür. Örneğin pamuğun işlendikten sonra kumaşa dönüşmesi
gibi. Kant'a göre biz yalnızca fabrikadan çıkan kumaşı bilebiliriz. Onun
işlenmeden önceki halini bilemeyiz. İşte Kant varlıkların zihnimizde
işlenmeden önceki haline “numen” adını verir. Numen varlıkların gerçek
durumu, bizim asla bilemeyeceğimiz durumudur. Varlıkların zihnimizde
birtakım işlemlerden geçtikten sonraki haline ise “fenomen” adını verir.
Fenomen, varlıkların bizim tarafından bilinen yönüdür.
Pozitivizm (Olguculuk) Nedir, Ne Demektir?
Pozitivizm modern bilimi temel alan bilim dışı her türlü spekülasyonu
reddeden bir felsefe akımıdır. Bu felsefi görüşe göre, dış dünyayı
yalnızca duyu deneyi yoluyla bilebiliriz. İnsan için önemli olan
olguları ve bunlar arasında var olan değişmez ilişkileri araştırmak ve
ortaya koymaktır.
Rönesans'la başlayan ve 18. yy Aydınlanma Çağı ile devam eden süreç 19.
yy. da pozitivizmi ortaya çıkarmıştır. İnsan bu çağda kalıplardan
kurtulmuş, aklın özgürleşme yolu açılmıştır. Bu anlayışa göre akıl
doğanın işleyiş yasalarını bulmakla yükümlüdür. Pozitivizmin ilk
temsilcisi Saint Simon (Sen Simon, 1760-1825) olup bu düşünceyi sistemli
bir felsefe haline getiren Auguste Comte (Ogüst Komt) olmuştur.
Auguste Comte ve Pozitivizm (Olguculuk)
Auguste Comte (1798-1857)
Comte Fransız devrimi sonucunda yaşanan karmaşayı ortadan kaldırmak
istemiş, toplumu bilim yoluyla yeni baştan düzenlemeyi amaçlamıştır. Ona
göre düşüncelerdeki anarşinin toplumda karmaşaya yol açtığı bir çağda,
toplumun kurtuluşunu sağlayacak tek çözüm pozitivizmdir. Onun
pozitivizminin en önemli özelliği, doğa olaylarını doğa üstü güçlerin
yönlendirdiği düşüncesini reddetmesidir. ‹kinci olarak duyularımızın
bize sağladığı olgulardan hareket ederek, insan tarafından gözlenemeyen
özlerini, gizli nedenlerini bulma çabalarından vazgeçmesidir.
Felsefenin deneysel bilimleri örnek alması gerektiğini öne süren Comte'a
göre felsefenin amacı olgular arasındaki değişmez ilişkileri ya da doğal
yasaları bulmaktır. Bu amaç ise ancak gözlem ve deney yoluyla
gerçekleştirilebilir. Gözlem ve deney yoluyla kazanılan bilgi pozitif
bilgidir. Pozitif bilgi tarihsel evrimin sonucu olan bir bilgidir ve
insanlığın ulaşabileceği en yüksek düzeydir. Bu bilgi, Comte'un ünlü üç
hal yasasında üçüncü evreye karşılık gelen bilgidir. Comte'a göre
toplumlar bu bilimsel düşünme (pozitif) aşamasına uzun bir tarihsel
sürecin sonunda ulaşmışlardır. Bu yasaya göre insan düşüncesi üç evreden
geçerek ilerler.
1) Teolojik evre: Tüm olay ve olguların tanrıyla ya da kutsal
sayılan varlıklarla açıklandığı evredir. Bu evrede olayların arkasında
doğa üstü nedenler bulunduğuna inanı lır. Örneğin, deprem gibi doğal
bir felaketin, Tanrı'nın insanları cezalandırmasının sonucu olduğu
düşünülür.
2) Metafizik evre: Ruh, ölümsüzlük vb. doğaüstü, soyut
kavramların ve gizli güçlerin temel belirleyici olduğu aşamadır.
Örneğin, ağır nesnelerin düşmesi, doğadaki yerlerini alma çabası ya da
boşluktan korkma ile açıklanmıştır.
3) Pozitif Evre: ‹nsan bu evrede yalnızca gözlenebilir olana
yönelmiş, olay ve olgular arasındaki değişmez bağları ve yasaları
araştırmıştır. Örneğin, bu evrede bir nehrin en aşağıya inmek istediği
için değil evrensel çekim yasasının etkisinde olduğu için akmakta olduğu
bilimsel görüşü ile açıklanmıştır.
Görülüyor ki Comte pozitif bilime büyük değer vermekte ve onun
yardımıyla hem doğayı hem de toplumu düzenlemeyi amaçlamaktadır. Bu
arada felsefenin de pozitifleşmesini istemektedir. Felsefenin
pozitifleşmesi demek düşünmenin teolojik ve metafizik ögelerden
arındırılması demektir. O zaman da felsefenin konusu, bilimlerin yöntemi
ve ilkeleri üzerinde düşünmek olacaktır.
Analitik Felsefe (Çözümleyici Felsefe) Nedir, Ne Demektir?
Analitik felsefe, pozitivizmin 20. yy. da çağdaş bir görünüm almış
şeklidir. 1. Dünya savaşından sonra bir grup bilim adamı Viyana'da bir
araya gelerek bu akımı oluşturmuş, daha sonra ‹ngiltere ve Amerika'da
gelişerek yayılmıştır. Neopozitivizm (yeni olguculuk) ya da mantıkçı
pozitivizm olarak da bilinir. Bu akıma göre felsefenin asıl uğraş alanı
dildir. Analitik filozoflara göre felsefenin görevi dil çözümlemeleri
yapmaktır. Çünkü onlara göre doğru bilgi ancak böyle elde edilebilir.
Analitik felsefeye göre felsefe varlık, değer ve Tanrı üstüne doğruluğu
test edilemeyen görüşler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi dildeki
kavramları çözümlemektir. Dildeki kavramlar çözümlendiği taktirde kafa
karışıklığı yaratan geleneksel felsefe problemleri de çözümlenebilir.
Bu akımın başlıca temsilcileri, Ludwig Wittgenstein (Ludvig Vitgenştayn),
Moritz Schlick (Moris fiilik, 1882-1936), Rudolph Carnap (Rudolf Karnap,
1891-1970) ve Hans Reichenbach (Hans Rayhınbah, 1891-1953)'tır.
Ludwig Wittgenstein ve Analitik Felsefe (Çözümleyici Felsefe)
Ludwig Wittgenstein (Ludvig Vitgenştayn) tüm felsefe problemlerini bir
dil problemine indirger, bu nedenle onun felsefesinin merkezinde dilin
kapsamını ve sınırlarını belirleme vardır. Ona göre felsefe aynı zamanda
dili sınıflandırma ve sadeleştirme çabasıdır. Dil anlamlı cümlelerle
resmettiğimiz bir gerçeklik teorisidir.
Wittgenstein'na göre, dil
dünyayı resmeder, resmettiği için de dünyayı temsil eder. Bunun için
önermeler, olguların tasvirleri, olguların resimleridir. Bir başka
anlatımla olguların dildeki karşılıkları önermelerdir. Beri yandan
önermeler düşüncelerin dile getirilmesidir. Dil aynı zamanda
düşüncelerin araçlarıdır. Dil ile gerçeklik aynı yapıya sahip olduğu
için dilin analizi gerçekliğin analizi demektir. Dil ile ifade
edilemeyen şeyler ise bilinemez.
Wittgenstein daha sonraki yıllarda bu görüşlerinden vazgeçmiş, önceleri
yadsıdığı etik, estetik, dinsel ve metafizik önermelerin de anlamlı
olabileceğini ileri sürmüştür.
Pragmatizm (Faydacılık) Nedir, Ne Demektir?
Doğruluğu ve gerçekliği tek yanlı olarak, yalnızca eylemlerin sonuçları
ile değerlendiren ve onlara yalnızca sağladığı “fayda” açısından bakan
akıma felsefede, pragmatizm adı verilir. Bu akıma göre gerçeklik ve
doğruluk insanın bakış açısından, kanaatlerinden, dolayısıyla da
eylemlerinden bağımsız değildir. Bundan dolayı, gerçeklik, doğruluk ve
insan eylemlerinin sonuçları, sağladığı başarı ve yararlarla
değerlendirilir.
Pragmatizm, özellikle ABD ve İngiltere'de yaygınlaşmış ve toplumun yaşam
felsefesi haline gelmiştir. Eğitimi ve ekonomiyi derinden etkilemiştir.
Bu görüşün önde gelen temsilcileri; Amerikalı, William James, John Dewey
ve İngiliz Shciller'dır.
Aynı zamanda bir çeşit Hazcı ahlak anlayışıdır. Temsilcileri William
James ve John Dewey’dir. Davranışın sonucunda ortaya çıkan faydaya göre
değerlendirme yapılır. En değerli eylem, verdiği iyilik ve yarardır.
Bunlara göre, eylemin sonucunda yarar varsa, eylem ahlakidir. Bir eylem
herkese birden yarar sağlayamayacağı için, (yani herkesin çıkarına
uymayacağı için) evrensel ahlak yasası yoktur.
William James ve Pragmatizm (Faydacılık)
William James (Vilyım Ceymis, 1842-1910)
James'e göre insanın temel amacı kendini korumaktır. ‹nsan
davranışlarının hepsi kendi çıkarını korumaya yöneliktir. Bu anlayışın
insanın doğasında var olduğunu savunur. Bu inanışın gereği James, “Ne ki
yararlıdır o doğrudur, ne ki doğrudur o yararlıdır.” Sözüyle doğru
olanın yararlı olduğunu savunmuştur.
James, geleneksel felsefecilerin dogmalarla, kuramlarla uğraştıklarını,
ilk nedenlere kafa yorduklarını fakat ormandaki tek tek ağaçları
göremediklerini, pratik sonuçları göz ardı ettiklerini savunur. Bilim,
felsefe ve teolojide hiçbir tanım ya da formül kesin değildir. Çünkü
bunlar dogmatik teorilerdir. Pragmatizm ise hiçbir dogması olmayan
yalnızca insanın eylemlerini ölçü alan bir öğretidir. Eğer bir kuram ya
da formül bir problemi çözemiyorsa o kuramdan vazgeçilmelidir. James'e
göre, bir kuramın doğruluğu söz konusu kuramın işe yararlığı ile
belirlenir.
John Dewey ve Pragmatizm (Faydacılık)
John Dewey (Con Dövi, 1859-1950)
Dewey'ye göre, bir düşüncenin doğruluğu, o düşüncenin işe yararlılığına
bağlıdır. Bir başka anlatımla eğer bir bilgi yararlıysa doğrudur,
yararlı değilse doğru değildir.
Dewey Pragmatizmin ve bilimsel yöntemin öğretilmesinin en etkili
savunucularındandır. Ona göre gerçek bilgi bilimsel bilgidir ve doğa
bilimlerinin yöntemiyle ulaşılmayan bilginin değeri yoktur.
Eylemlerimize temel olacak bilgiyi yalnızca deney alanında aramamız
gerekir. Dewey'ye göre dünyada hiçbir düşüncenin kendi başına değeri
yoktur. Ona göre bir düşünce ancak başarılı sonuçları varsa doğrudur.
Dewey, bilimsel yasa, kuram ve kavramları birer alet olarak gördüğü
için, onun öğretisine enstrümantalizm (aletçilik, araççılık) de denir.
Dewey'ye göre birer alet olan bilimsel yasa ve kuramlar, uygulamada bir
işe yararsa iyi ve doğrudur. Uygulamada bir işe yaramaz ya da bir
farklılık yaratmaz ise yanlıştır. O bu tezini ormanda kaybolmuş bir
insan benzetmesiyle açıklar. Kaybolan insan için bir tek gerçeklik
vardır; ormanda kaybolması olayıdır. Amacı ise kaybolduğu ormandan sağ
salim kurtulabilmek dolayısıyla da bu durumun yarattığı korku ve
tedirginlikten kurtulmaktı r. Ormandan kurtulmak için oluşturduğu tüm
kuramlar ve denemeler birer araçtır. Kaybolan adamın ormandan çıkış yolu
ile ilgili planları, tahminleri uygulamada bir işe yarar ve kurtuluşu
sağlarsa doğrudur.
Ek Bilgiler
Felsefede Faydacılık, hem iyinin teorisi hem de doğrunun teorisidir.
İyinin teorisi olarak faydacılık refahcıdır (welfarist). İyi en fazla
faydayı sağlayandır ve burada fayda zevk, tatmin veya bir nesnel
değerler listesine göre tanımlanır. Bir doğru teorisi olarak ise
faydacılık neticecidir (consequentialist). Doğru hareket bir şeyin
uygulanabildiği ölçüde gerçek olduğu savına dayandırılmıştır. Eğer bir
bilgi günlük hayatta işe yarıyorsa o bilgi doğrudur. Yaramıyorsa
yanlıştır. Ampirizm ile yakın alakası olan bu felsefi akımı teorik
düşüncenin tam tersi olarak nitelemek yanlış olmayacaktır.
Faydacılık ilk olarak 18. yüzyıl İngiltere'sinde Jeremy Bentham ve
diğerleri tarafından öne sürülmüştür. Fakat Epikür (Aipikuros) gibi
antik Yunan filozoflarına kadar geri gidilebilir. İlk kez ortaya
atıldığında iyi en fazla insana en fazla mutluluğu getiren şey olarak
tanımlanmıştı. Ancak daha sonra Bentham iki farklı ve birbiri ile
çelişme potansiyeli olan kavram içerdiğinden birinci kısmı atıp sadece
“en büyük mutluluk prensibi” demiştir.
Hem Bentham'ın hem de Epikür'ün formulasyonu hedonistik nedenselliğin
farklı tipleri olarak düşünülebilir çünkü hareketlerin doğruluğunu sebep
oldukları mutluluğa göre ölçüyorlardı ve mutluluğu zevkle
tanımlıyorlardı. Ancak Bentham'ın formulasyonu ferdi olmayan bir
hedonizmdi. Epikür'ün kişiyi en mutlu eden şeyi yapmasını tavsiye
etmesine karşılık Bentham herkesi en mutlu yapacak şeyi yapmayı uygun
görüyordu.
John Stuart Mill "Utilitarianism" isminde ünlü (ve kısa) bir kitap
yazmıştır. Mill bir faydacı olmasına rağmen bütün zevklerin aynı değerde
olmadığını ileri sürmüştür. “Mutsuz bir Sokrat (Sokrates) olmak mutlu
bir domuz olmaktan yeğdir” sözü bu görüşünü anlatır.
Faydacılığı eleştirenler bu görüşün birkaç problemi olduğunu
söylemişlerdir. Bunlardan biri değişik insanların faydalarının
karşılaştırılmasının zorluğudur. İlk faydacıların çoğu mutluluğun
felisifik hesap (felisific calculus) ile sayısal olarak ölçülebilip
karşılaştırılabileceğine inanıyorlardı ama pratikte bu hiçbir zaman
yapılamadı. Değişik insanların mutluluğunun kıyaslanmasının sadece
pratikte değil prensipte de mümkün olmayacağı ileri sürülmüştür.
Faydacılığın savunucuları bu problemin iki kötü seçenek arasında karar
vermek zorunda kalan herkesin karşılaşabileceği bir problem olduğunu
söyleyerek karşılık vermişlerdir. Bir milyar insanın ölmesiyle bir
kişinin ölmesinin aynı derecede kötü olduğunu söyleyemiyorsanız bu
problemi utilitaryanizmi reddetmek için kullanamazsınız demişlerdir.
Faydacılık sağduyu ile çeliştiği için de eleştirilmiştir. Örneğin kişi
kendi çocuğunun hayatı ile iki yabancının hayatını kurtarmak arasında
seçim yapmak zorunda kaldığında kendi çocuğunu kurtarmayı seçecektir.
Ama faydacılar iki yabancıyı kurtarmanın gelecekte daha fazla potansiyel
mutluluğa sebebiyet vereceğinden tersini tercih etmeyi
destekleyeceklerdir.
Bu akımın -bir şey uygulanabildiği ölçüde doğrudur- şeklindeki savı ise
hiçbir teorik mekanizmanın tartışılmasına izin verilmeden bir şey özden
yoksun olduğu halde başarılı bile olsa kabul gördüğünden
eleştirilmiştir. Sözgelimi birbirinden farklı seçeneklere sahip bir soru
hiçbir bilgi sahibi olmayan kimse tarafından rastgele ama doğru
yanıtlandığında faydacılıga göre o şey artık mutlaklık kazanmıştır. Bu
kişinin bilgili eğitimli ya da zeki olması pek de önemli unsurlar
değildir. Tersi durumda da çok iyi eğitimli ve yetenek sahibi kişiler
toplumda iyi statülere erişemediğinde onların geri zekâlı ya da cahil
olarak damgalanmaları bu akım yüzündendir. Kısacası faydacılıkta önemli
olan öz değil biçimdir, olayların teorik akışı önemsizdir mutlak olan
daima pratik başarı olarak kabul edilir. Her teori doğru değil, ama her
pratik doğrudur bu görüşe göre.
Daniel Dennett kararlarımızı yönlendirmek için faydacılığın
kullanmasının sınırlarını belirlemek için Three Mile adasını örnek
olarak kullanır. Bu nükleer santraldaki kaza iyi mi yoksa kötü bir şey
miydi? Bu kaza birçok kişi tarafından nükleer enerji politikasına
yaptığı etkiler yüzünden yararlı olarak görülmekteydi. (neticede
Çernobil kadar kötü bir kaza değildi). Dennett faydacılık açısından tüm
kanıtları tartıp bir karara varmak için hâlâ daha erken (aradan geçen 20
yıla rağmen) olduğunu söylemektedir.
Burada söz edilen sıkıntılardan kurtulmak için faydacılığın değişik
çeşitleri ortaya atılmıştır. Faydacılığın geleneksel şekli en fazla
fayda getiren hareket en iyi harekettir diyen hareket faydacılığıdır.
Buna alternatif ise en iyi hareket en fazla faydayı sağlayacak kuralın
emrettiği harekettir diyen kural faydacılığıdır.
Örneğin bir kişi yalan söylerse en fazla faydayı elde edeceği bir
durumda olsun. Hareket faydacılığına göre en doğru hareket yalan
söylemektir. Ama genel kural olarak doğruyu söylemek o kişiye daha fazla
fayda sağlayacağını kabul edersek kural faydacılığı açısından doğruyu
söylemek gerekmektedir.
Ek Bilgiler 2
Pragmatizm, James'in deyişine göre; bir felsefe olmaktan çok bir metod;
düşünceyi, doğurduğu eyleme göre ölçen bir yöntemdir.
Charles Peirce, 1878'de Popular Science Monthly Dergisi'nde yayınladığı
'Fikirlerimizi Aydınlığa Kavuşturmanın Yolu' başlıklı yazısında şöyle
diyordu: 'Bir düşüncenin anlamını açıklamak için onun hangi davranışı
doğurduğunu bilmek gerekir. İşte o davranış, o eylem bizim için
düşüncenin ta kendisidir'.
Düşüncelerin, politikaların ve önerilerin değerlerinin yararlılıkları,
işlerlikleri ve uygulanabilirlikleri ile belirlenmesi ilkesine dayanan
görüş. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle abd’de etkili olmuştur.
Eylemin öğretiden, deneyimin sabit ilkelerden önce geldiğini,
düşüncelerin anlamlarının sonuçlarından, doğruluklarının da
doğrulanabilirliklerinden elde edildiğini savunur.
Pragmatistlere göre; bir düşünce, yaşamımız için elverişli olduğu sürece
“doğrudur”.
İyidir yerine doğrudur diyebiliriz; çünkü bu iki kavram birbirinin
aynıdır. doğru sözcüğü inanç alanında iyi olduğunu ispat eden her şeyin
adıdır. Doğru olan, belirli sebepler ölçüsünde aynı zaman da iyidir.
“bizim için neye inanmak doğru olurdu?” desek bu söz şu anlama gelir:
neye inanmak zorundayız? Bu sorunun karşılığı şudur: inanılması bizim
için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Şu halde, bizim için daha
iyi olan ile bizim için daha doğru olan arasında hiçbir başkalık yoktur.
Pragmatizm doğruyla iyiyi birleştirmektedir. Yani erdem yaşayışımız için
elverişli olduğu sürece, pratik fayda sağladığı hallerde doğrudur. Her
şey pratik fayda ölçüsüne vurulmalıdır. Her şey pratik faydaya göre
değerlendirilmelidir.
Onlara göre doğru düşünce pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bir
düşüncenin gerçeği, ona yapışık hareketsiz bir özellik değildir. Gerçek
düşüncenin başına gelen bir şeydir. Bir düşünce kafamızda dururken doğru
olamaz. Ancak doğru hale gelebilir, olaylar yüzünden doğrulaşır. Onun
gerçekliği geçer hale girmesiyle olur. Benim için bir şeyin herhangi bir
zaman için faydası olabilir, ama başka bir zaman o şey faydama değildir.
Pragmatistler dünyanın nesnel gerçekliğine gözlerini kapamışlardır.
Fenomenoloji (Görüngübilim) Nedir, Ne Demektir?
Bilgi Felsefesi Açısından Fenomenoloji
Yirminci yüzyılın önemli felsefi akımlarından biri de fenomenolojidir.
Bu akıma göre fenomenler ve bilincin verileri incelenerek fenomenlerin
içindeki öz bilinebilir. Asıl varlık fenomenlerin içinde gizli olan
“öz”dür. Öz varlığı varlık haline getiren ; onu o şey yapan temel
nedendir. Bu görüşe göre “öz” fenomenin içinde vardır ve bilinç onu
sezgiyle kavrayabilir. Fenomenoloji aynı zamanda öze ulaşmak için
kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntemle bir fenomenin “öz”ünü bilebilmek
için önce bütün verilmiş bilgileri “bir ayraç (parantez) içine alıp” yok
saymak gerekir. Bu yöntemi kullanan düşünür, toplumsal yaşamdan, dini
inançlarından ve bilimsel yolla elde edilen tüm görüşlerinden,
kanılarından ve önyargılarından arınmak durumundadır. Ancak bu yolla
duyularla algılanan nesnelerin ötesinde bulunan “öz” kavranabilir.
Varlık Felsefesi Açısından Fenomenoloji
Fenomen, felsefede sınırlı algı olanaklarına sahip insan zihni
tarafından oluşturulan varlık anlamına gelir. İnsana göründüğü şekliyle,
insan tarafından oluşturulan varlıktır. Bir başka anlatımla düşünce
yoluyla görülen nesnelerin özüdür. Varlığı fenomen olarak gören
yaklaşımın en ünlü temsilcisi Huserl'dir.
-
Edmund
Husserl ve fenomenoloji
Özetle Bilgi Felsefesi
Bilgi, İlk Çağdan itibaren ele alınmaya başlanmış bir konudur. Bu
konunun felsefi bir sorun olarak algılanması ve temellendirilmeye
çalışılması ancak Yeni Çağda gerçekleşmiştir. Bu dönemden itibaren bilgi
felsefesi, bilginin kaynağını, değerini ve sınırlarını inceleyen felsefe
dalı olarak varlığını sürdürmektedir.
Bilgi felsefesinin temel kavramları, doğruluk (hakikat), gerçeklik ve
temellendirmedir. Doğruluk, düşüncenin yada ileri sürülen savın
nesnesine uygun olmasıdır. Gerçeklik, zaman ve mekan içinde var
olanların tümüdür. Temellendirme ise ortaya konulan sava dayanak ve
gerekçe bulma işidir.
Bilgi felsefesinin temel soruları, doğru bilgi olanaklı mıdır?, insan
gerçeği tam ve kesin olarak bilebilir mi?, bilginin kaynağı nedir?
...vb. dir.
Bilgi felsefesinin iki temel alanda bu soruları yanıtladığını görürüz.
Birincisi, bilginin kaynağı ile ilgilidir. İnsanın bilgiyi nasıl elde
ettiği sorusuna farklı yanıtlar verilmiştir. Kimine göre bilginin
kaynağı duyu verileri, kimine göre akıl, kimine göre sezgi, kimine göre
deney ve gözlemdir. İkincisi bilginin değeri ile ilgilidir. Burada da
neler bilgi olarak kabul edilebilir, neyi ne kadar bilebiliriz, bilginin
yaşam içindeki önemi vb. sorularına yanıtlar aranır.
Doğru bilgi olanaklı mıdır? Sorusuna verilen yanıtlar iki grupta
toplanabilir. Birinci grupta doğru bilgi olanaksızdır diyenler
(sofistler, septikler ve akademi kuşkucuları) yer alır. Sofistler göre,
bilgiler yalnızca duyular aracılığı ile elde edilir. Duyu bilgisi
bulanık ve karanlık bilgidir. Ayrıca duyuların sağladığı bilgiler
kişiden kişiye değiştiği için bilgilerimiz görecelidir. Dolayısıyla
kesin ve genel geçer bilgiye ulaşmak mümkün değildir. Bu görüşü savunan
filozoflar, Protagoras ve Gorgias'dır.
İkinci grupta doğru bilgi olanaklıdır (rasyonalizm, ampirizm, kritisizm,
entüisyonizm, pozitivizm, Analitik felsefe, fenomenoloji ve pragmatizm)
diyenler yer alır.
Bilim Felsefesi
Nedir?
Bilim felsefesi genel anlamda; bilimin ne olduğu, bilimsel düşüncenin
yapısı, bilimsel yöntemlerin işlevselliği, bilimsel sonuçların
özellikleri, bilimin değeri ve bunlar gibi bilim hakkında sorulabilecek
sorulara cevap arayan felsefi yaklaşımın adıdır. Yani bilim felsefesi,
bilimin üstüne düşünmektir.
Felsefenin ilk çağında felsefeye katkı sağlayan düşünürler, o dönemin
felsefi düşünsel yapısını, bizim şimdiki zamanda anladığımız bilimsel
düşünsel yapıya benzer nitelikte görmekteydiler. Yani onlar felsefeyi,
doğanın bilgisine ulaşabilmeye yarayan bir araç olarak kabul
etmekteydiler. Mesela Demokritos, yaklaşık iki bin beş yüz
yıl önce günümüzdeki atom anlayışının ilk düşünsel yapısını ortaya
koymuştur. Bu bağlamda, var olan bir şeyin sonsuza kadar
bölünemeyeceğini; çünkü sonsuza kadar bölünen bir şeyin en son kertede
herhangi bir büyüklük meydana getiremeyeceğini belirterek bu bölünmenin
bir yerde durması gerektiğini vurgulamış ve bölünen şeyin en son kertede
artık bölünemez bir halinin mevcut bulunması gerektiğini belirtmiştir.
Demokritos'un bu tanımı da şimdiki kaynaklarda bahsedilen atom
parçacığına yaklaşık bir anlam taşımaktadır.
Felsefe, ilk çağ boyunca bizim bugün bilimden anladığımız şeyden daha
farklı biçimde anlaşılmamıştır. Sonuç olarak Aristoteles,
bugün bağımsız bilimler olarak tanımlanan fizik, matematik ve astronomi
gibi bilimleri sadece felsefenin birer dalı olarak görmüş ve
tanımlamıştır. Hatta Newton, bilimsel görüşlerini kaleme
aldığı kitabına, "Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri"
ismini vermiştir. Yani Newton bile felsefe ile bilimi ayırmamıştır.
Felsefe ile bilim arasındaki ciddi ayrım, 19. yüzyılda kesin olarak
yapılmaya başlanmıştır. Günümüzde ise felsefe ile bilim arasındaki
ilişki, bu iki alan birbirinden ayrı birer alan olarak ele alınarak
araştırılmaya devam etmektedir.
Bilimin felsefenin bir konusu olması ve hatta bu konunun belirli bir
zaman içinde felsefenin bir alt disiplini olması söz konusudur. Tarihsel
bir açıklama olarak bilimin felsefenin içinden doğup geliştiği genel bir
şekilde belirtilmektedir. Daha sonra bilimin bir bilinç formu olarak
ayrılmasından sonra da bilim felsefe ilişkisi süregelmiştir.
Bilim, felsefeden ayrılarak kendi içinde birçok alt dala bölünmüştür. Bu
bağlamda her bilim dalı, varlığın farklı bir yanını kendisine inceleme
konusu yapmış ve farklı bilim dalları ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda
örneğin fizik cansız nesnelerin ve astronomi de göksel olayların
doğasını inceleyen aynı birer bilimsel alt dal olarak kabul görmüştür.
Aynı şekilde yine 19. yüzyılda, sosyal bilimler olarak adlandırdığımız
sosyoloji, psikoloji, tarih ve ekonomi de kendilerine özel birer varlık
alanını bilimsel anlamda kabul ederek felsefeden kopmuştur. Bilim
felsefesi özellikle bu ayrımın sonrasında felsefenin bilim üzerine
düşünmesinin bir sonucu olarak doğmuştur.
Bilim kendi başına kendi anlamını bilemez, böyle bir bilme çabasına
yöneldiği anda bilimin bilimini yapmaya çalışmış olur. Bu anlamda bilim
felsefesi, bilimin yerini, anlamını ve kuramsal konumunu belirlemek
üzere yürütülen felsefe içi çalışmaların bütünlüğüdür. Bilimin
felsefeden ayrışmasından sonra felsefenin bilim üzerine düşünmesi bilim
felsefesinin içeriğini oluşturmaktadır. Özetle bilim felsefesi, bilimsel
düşünce ve yöntemlerin mantıksal ya da kuramsal bir çözümlemesini
vermeye çalışır.
Bilimlerin felsefeden ayrılmaları, sadece konu ve inceleme alanlarındaki
ayrılıklar olarak gerçekleşmemiştir. Bu durumda, bilim ile felsefe
arasındaki temel ayrım, konudan çok yöntem farklılaşması olarak
karşımıza çıkmaktadır. Örneğin felsefenin yöntemi tutarlı ve
sistemli bir düşünme ise, bilimin yöntemi gözlem yapma,
varsayımda bulunma ve bu varsayımı doğrulama şeklindedir.
Sonuç olarak bilim felsefesi; bilimin ne olduğunu, bilimsel kuramların özgül
yapısını, bilimsel bilginin epistemolojik statüsünü, bilimsel
yöntemlerin anlamlarını, bilimsel bilginin nesnesini, bilimin
gelişiminin anlamını ve en genel anlamda bütün bilimin konumu, gelişimi
ve iç yapısını değerlendiren, bunu kuramsal düzlemde ortaya koymaya
çalışan felsefi disiplindir.
Genel Hatlarıyla Bilim Felsefesi
Felsefe-Bilim İlişkisi
Felsefe bilimle çeşitli ortak özellikler paylaşır:
a) Her ikisi de genel olarak akıl adına konuşurlar ve kendilerini
akla dayanan gerçeklerle haklı kılmaya çalışırlar,
b) Her ikisi de kavram ve soyutlamalar kullanarak ilke ve
yasalara varmak isterler, genellemeler yaparlar.
Öte yandan onlar arasındaki farklılıkları da şu genel başlıklar
altında toplamak mümkündür:
1) Bilimin kavram ve soyutlamaları felsefeninkilere göre daha az
geneldir ve özel alanları konu alır,
2) Felsefenin hem olguları hem de değerleri ele almasına karşılık
bilim ancak olgularla veya ancak bir olgu olarak değerlerle ilgilenir
(insan bilimleri veya sosyal bilimler); değerler, anlamlar, idealler,
erekler böyle olmaları bakımından bilimin konusu olmazlar. Daha basit
bir değişle bilim ele aldığı konular üzerinde iyi, kötü, doğru, yanlış,
haklı, haksız vb. türünden değer hükümleri veremez, onlara erekler,
idealler, anlamlar yükleyemez,
3) Bilimin önermelerinin doğrulanabilmelerine (tahkik edilme,
verification) karşılık felsefenin önermeleri dar anlamda
doğrulanamazlar. Bilime dayanarak hesaplamalar yapıp öndeyilerde (prediction)
bulunma imkânına sahip olmamıza karşılık felsefede böyle bir şey söz
konusu değildir,
4) Bilimsel araştırma ve buluşlar yapma yöntem ve usullerin belli
ve öğretilebilir olmalarına karşılık felsefenin filozof tarafından bile
üzerinde uzlaşılan belli ve standart bir araştırma, düşünme yöntemi
belli değildir. Değim yerindeyse her filozofun kendine has bir felsefe
yapma yöntemi vardır. Bu durum Kant'ın "felsefe değil, felsefe yapmak
öğrenilebilir" yönündeki ünlü sözünün doğru olmakla birlikte felsefe
yapmayı öğrenmenin, bilim yapmayı öğrenmekten çok daha zor olduğu
konusunda bizi uyarmalıdır,
5) Bilime dayanarak bilimin uygulaması olan teknolojiler
yaratabilmesine karşılık felsefede yine böyle bir imkân mevcut değildir.
Felsefe bir düşünme (nazar, theoria) ve eylemdir (amel, praksis), bir
yapma, meydana getirme (sanat, tekhne) değildir. Dolayısıyla ondan
bilimden olduğu gibi bir tekniğin, teknolojinin, sanatın, sanayinin
çıkması mümkün değildir.
Sonuç olarak felsefe bilim değildir ve felsefede bilimde olduğundan daha
büyük ölçüde "yaratıcı zeka"ya, bilgi birikimine, seziş ve
duyuşlara ihtiyaç olduğundan söz edilebilir.
Bilimin,
Felsefenin Konusu Olması
Başlangıçta bütün bilimler, felsefenin alanı içerisinde yer alan farklı
düşünce alanları olarak var olmuşlardır. Bu bağlamda filozof, hemen her
bilim alanıyla ilgili olan ve her var oluş durumuna kafa yoran insan
demektir. Mesela Aristoteles, hemen her konuda kitap
yazmış olan ve bu kitapları, yazılmış oldukları bilim alanlarında
referans kabul edilen bir filozof olarak bu filozof tipine örnek
gösterilebilir.
Bilimsel bilgi geliştikçe, zamanla bilim dalları felsefeden
"bağımsızlıklarını" ilan etmişlerdir. Örneğin daha önce "doğa
felsefesi" olarak anılan fizik, arkasından kimya, biyoloji ve diğer fen
bilimleri tek tek felsefeden ayrılmış ve başlı başına birer disiplin
olarak ortaya çıkmışlardır. Bunun ardından da sosyal bilimler,
felsefenin etkisinden çıkmaya başlamışlardır. Bu gelişmelerin ardından
19. yüzyılda, felsefe neredeyse etkisiz ve gereksiz duruma gelmiştir.
Bu zamandan sonra filozoflar, bilimlerin sınıflandırılmasıyla uğraşmaya
başlamışlardır. Hem felsefeden kopan, hem de birbirlerinden olabildiğine
uzaklaşan bilimler, bir bütün olan evreni parçaladıkları gibi, insan
kafasında da bütün bir evren kavramı oluşturamıyorlardı. Bu
parçalanmışlık sanayi dünyasına, toplum hayatına ve hatta insan
şahsiyetine bile yansımıştı. Felsefe, bilimleri sınıflandırarak onlar
arasındaki ortak noktaları ve bağları göstermek, bilimleri birbirlerine
yaklaştırmak istiyordu. Bütün bilimler varlık alanının değişik var
olanları ile ilgileniyordu. Bütün bilimler hedefte, metot ve bilimsel
tavırda da birleşiyordu. Sınıflandırma bunu daha da açıkça ortaya
koyacaktı.
Bu dönemde iki Alman'ın yaptığı bilim sınıflandırması çok tanınmıştır.
Kantçı filozoflardan Wilhelm Windelband, bilimleri yöntem
bakımından apriori (rasyonel) ve empirik (deneye dayalı) bilimler diye
ayırmıştır. Rasyonel bilimler matematik ve felsefe idi. Deneye dayanan
bilimler de ikiye ayrılıyordu: tarih bilimleri ve doğa bilimleri. Bu son
ayrım metottan ziyade konu farklılığından kaynaklanıyordu.
Wilhelm Dilthey de bilimleri metot bakımından ikiye
ayırmıştır: manevî bilimler ve doğa bilimleri. Manevî bilimler anlama
metodunu, doğa bilimleri ise açıklama metodunu kullanıyordu. Dil,
edebiyat, sanat felsefe, hukuk ve bütün tarih bilimleri manevî
bilimlerden sayılmıştır. Ancak burada mesela psikoloji her iki bilim
grubunda yer alırken, mantık ve matematik bilimleri de arada kalmıştır.
Bilim sınıflandırmalarıyla bir sonuca ulaşamayan felsefe, 19. yüzyılın
sonları ile 20. yüzyılın başlarında bilimlerin yöntemlerini eleştiren
bilim teorisi ile uğraşmıştır.
Şu da unutulmamalıdır ki tarihin birçok noktasında bilim tarihi ile
felsefe tarihi özdeşleşir. Aralarında bir mesafenin açıldığı 19.
yüzyıldan sonra da bilimsel verileri toplayarak varlık dünyası hakkında
genel bir açıklama yapma çabasına giren felsefe, şimdi bilime yaklaşmaya
çalışmaktadır.
Einstein, Max Born, Niels Bohr,
Heisenberg, Schrödinger, J. Monad
gibi son yüzyılın tanınmış bilim adamları, kendi alanlarında felsefi
kitaplar yazmışlardır.
Bacon'ın tümevarım, Galile'nin deney ve
matematik yöntemlerini kullanan bilim, 18 ve 19. yüzyıllarda büyük
başarılar elde etmiştir. Newtoncu pozitivist bilim görüşü bilimin
dışarıdaki nesnel olguyu tam olarak yansıttığın söylemektedir; ancak 19.
yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki kuvantonlar alanındaki
buluşlar ve Einstein'ın relativite teorisi, pozitivist bilim görüşünü
sarsmaya başlamıştır.
Bilim, dış olguların doğru bir tasviri olmayabilirdi. Varlık dünyasına
yüklediğimiz kavramlar doğru olmayabilirdi. Üç boyutlu zaman yerine dört
boyutlu zaman, düzlem geometrisi yerine eğri geometriler, modern fizikte
elektronun dalga olarak mı tanecik olarak mı alınacağı şeklinde birçok
soru çıktı. Tümevarım yöntemine uymayan ve araştırılması gereken birçok
fiziksel olgu vardı.
Değişmez, evrensel bilgiler sistemi olarak savunulan bilime, değişme
fikri geldi. Peirce: "Bilim değiştiği için bilimdir."
dedi. Bilimcilerin fikri de yanlış olabilirdi. Bacon'ın:
"Soruları doğaya sorup geçerli olmadıkları taktirde fikrimizi
değiştirmeye hazır olmalıyız." ilkesi gündeme geldi.
Bilim, dünyanın yapısının içinde var olan yasaları mı ortaya koyuyordu,
yoksa insan kendi kafasındaki yasaları mı dünyaya yansıtıyordu? Kişi
kendi zihnine uygun (öznel) açıklamalar yaptığı zaman nesnelliğin ters
görünüşleri ile, tam nesnelliğe uygun açıklamalar tutarlı giderken
buraya uymayan gerçek kümeleriyle karşılaşıyordu.
Kant'ın "doğru hem dış dünyanın hem de insan düşüncesinin
ortak ürünüdür" şeklinde klasik görüşü hemen hemen aynen Einstein
tarafından da savunuluyordu.
Bilimle felsefe, tekrar birbirine yaklaşıyordu. Ancak bilimle felsefenin
birbirinden farklı disiplinler olduğunu gene de unutmamalıdır. Bilimle
felsefenin ana farklılıkları da şu noktalardadır:
- Her bilimin konusu bellidir; doğa olayları ve insanların sosyal
ilişkilerinden ortaya çıkan olaylar çeşitli bilimlerin konusunu
oluşturur. Her bilimin konusu sınırlıdır. Felsefenin konusu ise
evrenseldir; her şey felsefeye konu olabilir.
- Bilim ve felsefenin esas farkı metot yönündendir. Bilim olgularla
hareket eder ve ulaştığı sonuçları olgularda temellendirir. Felsefe ise
eskiden beri olguların yanında mantıksal çözümlemeye, kavramsal düşünme
ve bazen de spekülasyona dayanır. Felsefede mantıksal çözümleme o kadar
önemlidir ki, B. Russel 1914 yılında mantığı felsefenin
özü olarak nitelemiş, R. Carnap ise felsefeyi mantıktan
ibaret saymıştır.
- Bilimler bilgi üretir, felsefenin ise öyle bir amaç ve faaliyeti
yoktur.
Bilim felsefesi, bu konuda görüş bildiren, teoriler ileri süren
filozoflara göre değişir. Yeni pozitivistler onu, bilimin dilsel
yapısını çözümleme, eleştirme ve aydınlatma olarak tanımlarken; başka
düşünürler bilimsel yöntemin değerlendirilmesi veya doğruluğun ne
olduğunu araştıran disiplin diye tanımlayabilirler.
Bilimin Tarih İçindeki Gelişimi
İnsanlığın ortak mirası olan bilim, günümüzdeki yüksek gelişmişlik
düzeyine, uzunbir tarihsel süreç sonunda ve çeşitli aşamalardan geçerek
ulaşmıştır. Bilimin tarihsel gelişimini belirli dönemlere ayırarak
açıklamak konuyu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
İlk bilimsel çalışmalar Çin ve Hint'te başlamış, daha sonra Mısır ve
Mezopotamya'dadevam etmiştir. Bu dönemde bilimin mitoloji, din ve büyü
ile iç içe olduğunu görüyoruz. Bu coğrafyalarda astronomi, tıp,
matematik gibi bilimlerin temelleri atılmıştır. Bilimsel faaliyet daha
sonra milattan önce 600'lü yıllardan başlayarak eski Yunan'da devam
etmiştir. Önceki uygarlıklardan alınan bilgilerin de etkisiyle bilim
eski Yunan'da büyük bir ilerleme göstermiştir. Yunan'da bilim felsefeyle
iç içe olmuştur. Bakıldığında o dönemin büyük filozoflarının aynı
zamanda büyük birer bilim adamı olduğu görülür. Örneğin ilk filozof
Thales, aynı zamanda astronom ve matematikçi, büyük filozoflardan biri
olan Aristoteles ise aynı zamanda biyologdu. Antik Çağ'da Yunan
dünyasında filozofların ilk nedenlerden yola çıkarak yaptıkları
spekülatif açıklamalar doğa bilimi olarak nitelendirilmiştir. Ortaçağa
gelindiğinde Avrupa'da özellikle V. ve X. yüzyıllar arasında bilimsel
faaliyetin genel olarak durma noktasına geldiğini görüyoruz. Ancak bu
dönemde filozoflar yoğun olarak mantık tartışmaları yapmışlardır. Bu
dönemde yalnızca dinsel düşünce ön plana çıkmış, bilim ve felsefe dinsel
otoritenin izin verdiği kadar gelişebilmiştir. Avrupa'da karanlık
ortaçağ yaşanırken İslam kültür çevresinde M.S. VIII. ve XIV. yüzyıllar
arasında özellikle bilim alanında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu
gelişmelerin nedeni İslamiyetin doğuşu ve yayılışı sırasında önderlerin
bilimsel düşünceyi teşvik etmeleridir. Nitekim bu dönemde yoğun bir
çeviri faaliyeti başlamış, özellikle Eski Yunan'dan bilimsel ve felsefi
eserler Arapçaya çevrilmiştir. VIII. yüzyılda Harun Reşit tarafından
kurulan Beyt-ül Hikme adlı çeviri ve araştırma merkezinde; Aristoteles,
Platon, Galenos ve Hipokrates vb. düşünürlere ait eserler Arapçaya
çevrilmiştir. Harezmî (780-850) Doğuda ve Batıda ilk cebir kitabı
sayılan Hisabü-l Cebr ve'l- Mukabele (Cebir Hesabı)'yi yazmıştır.
Harezmî bu eserinde 1. ve 2. derece denklem çözümlerini vermiş,
çözümlerinde binom formülünü kullanmıştır. Ayrıca Hintlilerden de
yararlanarak sembollerden meydana gelen on tabanlı sayı sistemini
bulmuştur. Yine astronomi ile ilgili de eserleri olan Harezmî, Halife
Memun'un isteğiyle yer ve gökyüzü haritalarına yer verilen bir atlas
hazırlamıştır. Astronomi, matematik, doğa bilimleri, coğrafya ve tarih
alanındaki eserleriyle ün kazanmış olan Birûnî (Beyrûnî, 973-1051)
"Kanun" adlı eserinde yerin ekseni çevresinde döndüğünü ileri sürmüştür.
Matematikte trigonometri ile ilgili önemli çalışmalar yapmış, fizikte de
özgül ağırlık değerlerini bulmuştur. İbni Sinâ (980-1037) özellikle tıp
alanında verimli olmuş bir bilgindir. Onun "Kanun fî't Tıp" adlı eseri
Latinceye tercüme edilerek, batıda tıp fakültelerinde ders kitabı olarak
okutulmuştur. O aynı zamanda hastalıkların hem bedensel hem de
psikolojik nedenlerle meydana gelebileceğini ileri sürdüğü için modern
psikolojinin öncüsü olarak kabul edilmiştir.
Batıda Ortaçağ boyunca büyük bir duraklama içerisine giren bilimsel
çalışmalar, XV.ve XVI. Yüzyılda yaşanan Rönesansla birlikte yeniden
başlamıştır. Önce İtalya'da ortaya çıkan, daha sonra Fransa ve
Almanya'ya ve ardından da Avrupa'nın diğer ülkelerine yayılan Rönesans,
başta bilim ve felsefe olmak üzere, kültürün çeşitli alanlarında bir
yeniden doğuş dönemidir. Orta Çağdan yeni çağa geçiş dönemi olan bu
dönem, Orta Çağ'ın "birleşik toplum" yerine "bireycilik" anlayışını
getirmiştir. Bireycilik; devlet, dil ve edebiyattan giyim kuşama kadar
her alanda etkili oldu. Serbestliği, özgürlüğü ve hümanizmi getirdi.
Hümanizm (insancılık) anlayışı merkeze insanı yerleştirdi. İnsanın
dünyadaki yeri ve anlamı sorgulandı. Rönesans dönemi bireyin ve aklın ön
plana çıkmasıyla; bilimsel gelişmelerin, teknik buluşların ve keşiflerin
hız kazandığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde bilim, din ve felsefenin
etkisinden kurtularak insanlığın yaşam koşullarını ve düşünce biçimini
değiştirecek kadar hızlı bir şekilde ilerlemeye başlamıştır.
Rönesans içinde yaşanan ilk bilimsel devrimin Kopernik (1473-1543)
tarafından geliştirildiğini söyleyebiliriz. Batlamyus'un yer merkezli
evren anlayışı yerine güneş merkezli evren anlayışını benimsedi.
Merkezde güneşin bulunduğunu, dünya ve diğer gezegenlerin ise onun
etrafında hareket ettiğini söyledi. Onun bu görüşleri, Johannes Kepler
(1571-1630) , Galileo Galilei (1564-1642) ve İsaac Newton (1643-1627)
tarafından kanıtlanmıştır. Bu bilim insanlarının çalışmalarına ek
olarak, bilimin hemen her alanında çok önemli çalışmalar
gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalarla XIX. yüzyıl Sanayi Devrimine giden
yolda önemli mesafeler kaydedilmiştir.
Bilimde büyük gelişmelerin olduğu bu dönem, aynı zamanda filozofların
bilimin yöntemi üzerine düşünmeye, bilimler için metodoloji (bilimsel
yöntem) sağlamaya çalıştıkları bir dönem olmuştur. Özellikle Francis
Bacon (Frensis Beykın, 1561-1626) deney ve gözleme dayanmayan yeni bir
bilgi ortaya koyma yerine, bir savı (iddia) kanıtlama yöntemi olarak
gördüğü tümden gelimi reddetmiştir. O, bilimsel araştırmanın gözlem ve
deneye, tek tek olaylardan genel sonuçlara giden tümevarımsal yönteme
dayanması gerektiğini savunmuştur. Bir süre sonra Rene Descartes (Röne
Dekart, 1596-1650), "Yöntem Üzerine Konuşma" adlı eserini yayınlamış ve
bilimsel araştırmada izlenmesi gereken kuralları şu şekilde
sıralamıştır: Apaçıklık, analiz, sentez ve sayma.
XVII. ve XVIII. Yüzyıllar, Newton fiziğinin doğaya uygulanmasına ve
bilimin daha da ilerlemesine sahne olmuştur. Bu fizik, doğada mutlak bir
determinizmin (gerekircilik) hüküm sürdüğü, evrende olup biten her şeyin
neden-sonuç ilişkisine göre meydana geldiği düşüncesine dayanmaktadır.
Buna göre doğa yasaları zorunlu olan yasalardır. Newton fiziği
matematiğe ve özellikle Euklides (Öklid) geometrisine dayanmaktadır.
XIX. yüzyıl bilimin sanayi alanına uygulandığı ve "Sanayi Devrimi"nin
gerçekleştiği bir dönemdir. Teknolojinin gelişmesi bilimsel
araştırmalarda yeni ufuklar açmıştır. Fizikte, ışığın yayılması ve dalga
kuramı; kimyada, atomla ilgili çalışmalar, enerjinin korunumu yasası ve
termodinamik yasası gibi gelişmeler sayılabilir. XIX. yüzyıl aynı
zamanda bilimlerin felsefeden ayrılma sürecinin tamamlandığı bir yüzyıl
olmuştur. Bu dönemde Claud Bernard (Klod Bernar, 1813-1878)'ın
çalışmalarıyla biyoloji, Aguste Comte (Ogüst Komt, 1798-1857)'un
çalışmaları ile sosyoloji ve Wilhelm Wund (1832-1920)'un çalışmaları ile
psikoloji, felsefeden koparak birer ayrı bilim ve bağımsız araştırma
alanı haline gelmişlerdir.
XX. Yüzyıl Newton fiziğine büyük güvenin sarsıldığı bir dönem olmuştur.
Newton fiziğine duyulan güveni sarsan üç önemli kuram ortaya konmuştur.
Bunlardan birincisi, Albert Ainstein ( Albırt Aynştayn, 1879-1955)'ın
görelilik kuramıdır. İkincisi, Max Planck (Maks Plank, 1848-1947)'ın
kuantum kuramıdır. Üçüncüsü ise Werner Heisenberg (Verner Haysenberk,
1901-1977)'in doğa yasalarının kesin ve zorunlu yasalar olmayıp,
olasılığa dayalı yasalar olduğunu dile getiren, olasılık ya da
belirsizlik kuramıdır. Bu üç kuram Newton fiziğini aşmanın yanında
geleneksel, klasik bilim anlayışını da sorgulanmasına neden olmuştur.
Böylece kesin bilgiler olarak sunulan bilimsel bilgilerin güvenilir
olduğu konusunda birtakım kuşkular ortaya çıkmıştır.
Bilimin Felsefenin Konusu Oluşu
Filozofların bilim üzerine düşünmeleri en azından Fransis Bacon'a kadar
geri gider. Bacon Yeni Çağın bilim çağı olacağını sezinlemiş, bilimin
gelişimini hızlandırmak için yeni bir yöntem (tümevarım) önermiştir.Aynı
şekilde ‹mmanuel Kant da bilim üzerine düşünmüş, özellikle Newton
fiziğini temellendirmeye çalışmıştır. Bununla birlikte, bilim
felsefesinin yeni bir felsefe dalı olarak ortaya çıkışını hazırlayan en
önemli olaylar, XIX. Yüzyıl ile XX. yüzyılın başındaki bilimsel
gelişmeler olmuştur. Son dönemde bilimin olağanüstü başarıları, ona olan
ilgiyi büyük oranda artırmış, düşünürleri bilimi sorgulamaya itmiştir.
Bunun sonucunda bilim felsefesi ayrı bir felsefe dalı olarak ortaya
çıkmıştır. Bilim felsefesi bilim üzerine düşünmektir. Bilim felsefesinin
konusu bilimdir. Bilimin; geçerliliği, güvenilirliği, kavramları,
yasaları, sınıflandırılması vb. dir.
Felsefe, bilimi ve ulaştığı sonuçları da içine alarak tüm varlığı
anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bunu yaparken bilimin ulaştığı
sonuçlardan da yararlanır. Felsefe sadece bilimden ve onun verilerinden
yararlanmakla kalmaz. Yepyeni sorularıyla ve temellendirilmiş
açıklamalarıyla bilime yeni hedefler gösterir onun ufkunu açar.
Ürün Olarak Bilim
Bu görüş, bilimi ve bilimsel kuramları bilim insanının yaratıcı
çalışmasının sonucu ortaya çıkan ürün olarak görür. Mantıkçı pozitivizm
olarak da bilinen bu yaklaşıma göre bilim; bilimsel yöntemle elde
edilmiş kuram ve kanunlardan oluşmuş kesin, nesnel, birikerek ilerleyen
bilgiler yığınıdır. Bilimin ürünleri, bilimsel yöntem kullanılarak ve
bilim insanının bireysel yaratıcılığı ile elde edilmiş bilgilerdir.
Bilimi anlamanın yolu ürün olarak ortaya konmuş bu bilgiler yığınını
incelemektir. Başka bir değişle bu yaklaşım, bir ürün olarak gördüğü
bilimin yapısını, dilini ve yöntemini açıklamaya çalışır. 1920'li
yıllarda Viyana'da belirli aralıklarla toplanan bir grup bilim adamı ve
filozofun geliştirdiği bir yaklaşımdır. "Viyana Çevresi" denilen bu
düşünürlerin en ünlüleri; Hans Reichenbach (Hans Rayhınbah,1891-1953),
Rudolph Carnap (Rudolf Karnap, 1891-1970) ve Carl Gustav Hempel (Karl
Gustav Hempel, 1905-...)'dir. Bunların yaklaşımları ise mantıkçı
pozitivizmdir. Bu yaklaşıma göre öncelikle bir bilimsellik ölçütü
geliştirilir, daha sonrada bu ölçüte dayanılarak bilim ve felsefe
metafizik kabullerden ve metafizik önermelerden ayıklamaya çalışılır. Bu
ölçütlerden ikisi anlamlılık ve doğrulanabilirliktir.
Konu Başlıkları:
Hans Reichenbach ve Ürün Olarak Bilim
H. Reichenbach; bilimi çözümlemek ve onu açıklamak için bilim dilini
çözümlemek gerektiğini savunur. Bilimsel Felsefenin Doğuşu adlı eserinde
şu düşünceleri savunur; bilim konuşma diline dayalıdır. Eğer dili
çözümler, onun belirsizliklerini ortadan kaldırır yani sembolik bir
dizgiye çevrilebilirse bilimin çözümlenebileceğini düşünür.
Reichenbach'a göre bilimselliğin ölçütü doğrulanabilirliktir.
Doğrulanabilen önermeler anlamlıdır. Anlamlı önermeler doğrulanabilme ya
da yanlışlanabilme özelliğine sahip olan önermelerdir. Bilim dışı
önermeler doğruluk değerine sahip olmadığı için bilimsel değildir.
Metafizik, estetik ve etiğin önermeleri doğrulanamaz, bu tür önermeler
anlamlı önerme değildir. Kısaca olgulardan elde edilip tekrar olgularla
denetlenemeyen önermeler bilimsel önerme değildir.
Reichenbach'a göre Anlamlı önerme doğrudan doğrulanabilen önermedir.
şimdiye ait önermeler doğrudan doğrulanabildiği halde geçmişe ve
geleceğe ait önermeler dolaylı olarak doğrulanabilmektedir. Doğrulamanın
en yalın yolu doğrudan gözleme başvurularak yapılır. "Bilgin Baran'ın
boyu 1.15 cm'dir." önermesi doğrudan doğrulanabilir bir önermedir. Metre
ile Bilgin Baran'ın boyu ölçülür, eğer 1.15 cm gelirse önerme doğru
gelmezse yanlış olur. "Kar beyazdır.", "bugün hava yağışlıdır." vb.
önermeler de doğrudan doğrulanabilen önermelerdir. Kimi önermeler
doğrudan gözleme tâbi tutulamaz. Örneğin; "Cumhuriyet, ülkemizde 29 Ekim
1923'te ilan edildi." gibi geçmişe ait bir önerme ancak bir takım
araştırmalarla ve belgelerin incelenmesiyle dolaylı olarak
doğrulanabilir.
Rudolf Carnap ve Ürün Olarak Bilim
Rudolf Carnap'a göre bilimsel önermeleri doğrulamanın en iyi yolu
"sembolik mantıktır. Ona göre bir önermenin anlamlı olabilmesi için ya
doğrudan olgusal bir dille ya da olgusal bir dilin kısaltılması olan
sembolik mantık diliyle ifade edilmiş olması gerekir. Bir önermeyi
çözümlemenin başlıca amacının o önermenin doğrulama yönteminin
belirlenmesi olduğunu ileri süren Carnap'a göre, doğrudan ve dolaylı
olmak üzere iki tür doğrulama vardır. Örneğin, "Dışarıda yağmur
yağıyor." Önermesini camdan dışarıya bakarak doğrudan doğrulayabilirim.
"Bu küpe gümüşten yapılmıştır." önermesinin doğrulaması ise ancak gümüşü
çeşitli testlere tabi tutarak anlaşılabileceğinden dolaylı bir doğrulama
olacaktır. Bu önermelerle ilgili deney ya da gözlemlerimiz olumlu sonuç
verirse doğrulukları büyük oranda kesinlik kazanır. Fakat tam kesinliğe
hiçbir zaman ulaşılamaz. Ona göre hiçbir doğrulama tam değil kısmi bir
doğrulamadır. Örneğin , "Bütün insanlarda safra kesesi vardır."
önermesi, bütün insanların safra keselerinin olduğunun test edilmesi ile
doğrulanabilir. Böyle bir gözlemin yapılması mümkün olmadığından söz
konusu önermemiz ancak kısmi olarak doğrulanabilir.
Carnap, doğrulanabilirlik açısından metafizik önermeleri de
incelemiştir. Ona göre metafizik önermeler teorik ve olgusal kategoriye
girmeyen önermelerdir. Örneğin, "Evrenin ana maddesi havadır." gibi bir
metafizik önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayacak bir
yöntem yoktur. Yani bu tür önermeler test edilemezler.
Ne doğrudur ne de yanlıştır denilemeyeceği ve doğruluğunu ortaya koyacak
deneysel yöntem mevcut olmadığı için bu tür önermeler anlamsız ve
saçmadırlar. Bütün bunların sonucunda Carnap şöyle der; bir önermenin
anlamlılığı ya da doğruluğu kanıtlama yöntemine bağlıdır. Eğer bir
kanıtlama yöntemi yoksa o önermenin bir doğruluğu da yoktur.
Lütfen Bakınız:
Rudolf Carnap Kimdir?
(d. 1891 - ö.1970)
Alman asıllı ABD'li düşünür.
Mantıkçı pozitivizm akımını geliştirmiş olan bir grup bilim adamı,
filozof ve matematikçinin 1930'larda kurmuş olduğu Viyana Çevresinin en
seçkin üyelerinden biri olan Carnap, mantık ve bilim felsefesine,
olasılık kuramıyla da tümevarımsal çıkarım konusuna önemli katkılar
yapmıştır.
Lütfen Bakınız:
Rudolf Carnap'ın Hayatı ve Eserleri
Rudolf Carnap, Batı Almanya’da 1891 yılında doğdu. Barmen
Gymnasium’unda orta
öğrenimini tamamladı ve 1910-1914 yılları arasında Jena Üniversitesi’nde
fizik
okudu. Bu dönemde Kant’ın Kritik der Reinen Vernunft adlı başyapıtını
okuduğu
bir ders aldı. Ayrıca Gottlob Frege’nin bazı derslerine devam etti.
Birinci Dünya Savaşı’nda üç yıl askerlik yaptı ve 1917-1918 yıllarında
Berlin Üniversitesi’nde fizik
okumak üzere ordudan izin aldı. O sırada Albert Einstein da aynı bölüme
profesör
olarak yeni atanmıştı. Carnap daha sonra Jena Üniversitesi’ne geçti ve
uzay ve zamana
ilişkin aksiyomatik bir dizgeyi savunduğu bir tez yazdı. Tezi fizik
bölümü
fazla felsefî, felsefe bölümü de fizikle ilgili bulunca felsefe
bölümünden Bruno Bauch’un
gözetiminde Kantçı görüşlere daha yakın yeni bir tez yazdı. Bu tez 1922
yılında Kant Studien’in bir ek sayısında Der Raum (Uzay) başlığı ile
yayımlandı. Bu
çalışmasında Carnap biçimsel, fiziksel ve algısal veya görsel uzaylar
arasındaki ayrımları netleştirmeye çalıştı.
Carnap 1921 yılında Russell ile Principia Mathematica ile ilgili olarak mektuplaştı.
1924 ve 1925 yıllarında Edmund Husserl’in bazı seminerlerine devam etti.
1923’te bir konferansta Hans Reichenbach’la tanıştı. Reichenbach Carnap’ın Schlick
ile temas etmesini sağladı ve Schlick, Carnap’a Viyana Üniversitesi’nde akademik
bir iş teklif etti. Carnap bu teklifi kabul etti ve 1926 yılından itibaren Viyana Üniversitesi’nde
akademik çalışmalarına başladı. Bir yandan da Viyana Çevresi ile temas
etti ve düzenli toplantılara katıldı.
Carnap 1929 yılında Otto Hahn ve Otto Neurath ile birlikte Viyana Çevresi’nin
Bildirisi’ni kaleme aldı. Aynı yıl Hans Reicehenbach’la birlikte Erkenntnis dergisini
çıkarmaya başladı.
1928 yılında Carnap iki kitap yayımladı: Der logische Aufbau der Welt
(Dünyanı
n Mantıksal Yapısı) ve Scheinprobleme in der Philosophie (Felsefenin
Sözde Sorunları).
Carnap Dünyanın Mantıksal Yapısı’nda bilimsel terimleri görüngüsel
terimler
cinsinden tanımlayacağı biçimsel bir dizge geliştirmeye çalıştı. Söz
konusu
biçimsel dizge, ikili bir yüklem olan “benzerlik”e dayanıyordu. Eğer iki
birey birbirine
benzer ise söz konusu ikili yüklem sağlanmış oluyordu. Çalışma, ayrıca
Principia Mathematica’da geliştirilen mantıktan da azamî ölçüde
yararlanıyordu.
Ancak Carnap elde ettiği sonuçtan kendisi de tatmin olmadı ve projeyi
ileriki yıllarda
geliştirmeye çalışmadı. (Hatta 1967 yılına kadar İngilizce’ye
çevrilmesine dahi
izin vermedi.) Felsefenin Sözde Sorunları’nda ise pek çok felsefî
sorunun aslında
anlamsız olduğunu, çünkü dilin yanlış kullanımından kaynaklandığını
savundu.
Bu kitapta Carnap’ın savunduğu görüşlerin doğrudan bir sonucu ise
metafiziğin
felsefî söylemden tamamen elenmesiydi.
1930 yılının şubat ayında Polonyalı mantıkçı ve matematikçi Alfred
Tarski Viyana’da
dersler verdi. İzleyen kasım ayında Carnap, Tarski’yi Varşova’da ziyaret
etti
ve kendisinin anlambilime ilişkin olarak geliştirdiği kuramsal yaklaşımı
hakkında
bilgi edindi. (Tarski’nin doğruluk kuramını aşağıda ayrı bir alt bölümde
ele alıyoruz.)
Carnap, Tarski’nin çalışmalarından etkilendi ve Tarski’nin doğruluğun
tanımlanmasına ilişkin yaklaşımını kendi felsefî projesine eklemlemeye
çalıştı.
Carnap 1931 yılında öğrenim dili Almanca olan Prag Üniversitesi’nde profesör olarak
göreve başladı. Kendisinin en tanınmış eseri olan Logische Syntax der Sprache’yi
(Dilin Mantıksal Dizimbilimi) burada kaleme aldı ve 1934 yılında yayımladı. Bu eserinde
“hoşgörü ilkesi”ni de ortaya attı. Bu ilkeye göre “doğru” olarak adlandırılabilecek
bir dil veya mantık söz konusu olamaz. Herkes amaçlarına uygun olan dilsel bir
biçimi benimsemekte özgürdür.
Tarihsel açıdan ilginç karşılaşmalardan birisi de Carnap ile Quine’ın
Prag’da bir
araya gelmeleridir. Bir bursla Avrupa’da bulunan Quine, Prag’da Carnap
ile tanışmış ve Carnap’ın çalışmaları hakkında kendisi ile konuşma
olanağı bulmuştur. Felsefî
yaklaşımları birbirlerinden kökten bir biçimde farklılaşsa da bu iki
felsefeci arasında Prag’da kurulan karşılıklı saygıya dayalı ilişki
yaşamları boyu devam etmiştir.
Carnap, Nazizm’in yükselişe geçmesi üzerine kendi sosyalist ve pasifist görüşleri
nedeniyle kendisini tehdit altında hissetti ve 1935 yılında ABD’ye göç etti.
1941’den itibaren de bu ülkenin vatandaşı oldu. 1936-1952 yılları arasında Chicago
Üniversitesi’nde felsefe profesörü olarak görev yaptı. Quine’ın daveti ve aracı-
lığıyla 1939-1941 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde bulundu. Aynı yıllarda
orada bulunan Alfred Tarski ile yeniden temas etme olanağı buldu.
Şikago’da bulunduğu yıllarda Carnap anlambilim, kiplikler mantığı, olasılık ve
tümevarım mantığı üzerine kitaplar yazdı. Kiplikler mantığı üzerine çalışmaları olanaklı
dünyalara gönderme yapmakta ve Kripke’nin 1959 yılından itibaren ön plana
çıkardığı çalışmalarına paralellik arz etmekteydi.
1954 yılından itibaren UCLA’de (Los Angeles’teki Kaliforniya Üniversitesi) göreve
başladı. Burada çalışmalarının odağında bilim felsefesi, doğrulanma vb. konular
yer aldı.
Carnap iki kez evlenmiş ve ilk evliliğinden dört çocuk sahibi olmuştur. On dört
yaşındayken kendi çabasıyla Esperanto öğrenmiş, 1908’de ve 1922’de iki kez Dünya
Esperanto Kongresi’ne katılmıştır. 1970 yılında hayata veda eden Carnap’ın termodinamik,
tümevarım mantığı ve olasılık ile ilgili üç eseri ölümünden sonra yayımlanmıştır.
Mantıksal Dizimbilim Nedir?
Carnap’ın Dilin Mantıksal Dizimbilimi adlı ederi Wittgenstein’ın
Tractatus’una bir
cevap olarak ele alınabilir. Carnap bu çalışmasında Wittgenstein’ın
Tractatus’ta
önerdiği mantıksal dizimbilim kavramını ele alır ve geliştirir.
Bilindiği gibi Wittgenstein,
Tractatus’ta dilin yüzeysel yapısının bizi yanılgılara düşürmesinden
sakınmak
için farklı simgeler için aynı işaretlerin kullanılmadığı ve farklı
işaret etme kiplerine sahip işaretler için farklı işaretlerin
kullanıldığı mantıksal bir dizimbilim geliştirilmesi
gerektiğini ifade etmiştir (Tractatus, 3.325). Öte yandan Wittgenstein,
önermelerin
mantıksal formu temsil etmek konusunda tam olarak yeterli olmadıklarını
da
öne sürmüştür. Önermeler mantıksal formu sadece gösterebilirler
(Tractatus, 4.121).
Carnap tıpkı Aufbau projesinde olduğu gibi herkesin yapılması gerektiğini söyleyip
yapmadığı işe soyunan kişi olur. Söz konusu dizimbilimi geliştirme işine girişir.
Ayrıca Wittgenstein’ın önermelerin temsil gücü hakkındaki çekincelerini de
kendisi ile paylaşmaz.
Carnap mantıksal dizimbilimi şu şekilde tanımlar:
Bir dilin mantıksal dizimbilimi ile o dilin dilsel biçimlerinin
biçimsel bir kuramını dili yöneten biçimsel kuralların sistemli
ifadesini ve bu kuralları izleyen sonuçların geliştirilmesini
kastediyoruz. Bir kuram, bir kural, bir tanım veya bunun gibileri ya
simgelerin (örneğin, sözcüklerin) anlamına ya da (cümleler gibi)
ifadelerin anlamına hiçbir gönderim yapılmadığında, ancak ifadelerin
kendilerinden hareketle inşa edildiği simgelerin sadece ve basitçe
türlerine ve sıralarına gönderimde bulunulduğunda biçimsel olarak adlandırılır (Logical Syntax of Language, s.1).
Mantıksal dizimbilimin amacı, işaretlerden oluşan bir dizge oluşturarak mantıksal
çözümlemenin sonuçlarını bir muğlaklığa yol açmaksızın tam olarak ifade edebilmektir.
Carnap’a göre bu başarılabilirse felsefe, bilimin cümlelerinin ve
kavramlarının
mantıksal olarak çözümlenmesine dönüşebilecektir. Felsefe bilimin
mantığı olacaktır. Bu, Leibniz’in kurduğu characteristica universalis
rüyasının gerçekleşmiş halidir.
Carnap mantıksal dizimbilim sayesinde metafiziğin cümlelerinin mantıksal
çözümleme ile boş veya anlamsız olduğunu gösterebileceğini, bu itibarla
da metafiziğin cümlelerinin dizimbilimin kurallarını ihlal eden sahte
cümleler olduğunun
iddia edilebileceğini düşünmektedir. Geriye kalan anlamlı felsefî
sorunlar, bilimin
mantığı ile ilgili sorunlar olacaktır. Görüldüğü gibi Carnap’ın amacı;
metafiziği ortadan
kaldırarak bir tür felsefeye yer açmaktır. Felsefeyi tamamen ortadan
kaldırmak
değildir.
Carnap mantıksal
dizimbilimin önermelerin
yapısını ve önermeler arası
bağıntıları gözler önüne
sererek önermelerin
doğrulanma yöntemini
belirlememizi sağlayacağını
düşünmektedir.
Carnap dizimbilim ile ilgili çalışmalarını yürütürken, dizimbilimin
sınırları içerisinde
doğruluğu tanımlamayı denemiş ancak dilin sınırları içerisinde doğruluk
yükleminin kullanımını bir türlü açıklığa kavuşturamamıştır. Carnap bu
açılımı
Tarski’den öğrenir. Carnap’ın öğrencilerine Tarski’nin kendisine
doğruluk hakkındaki
görüşlerini ilk kez anlattığı görüşmelerini şu şekilde anlattığı rivayet
edilir. Bir
kafede oturmaktadırlar ve Carnap “Bu masa siyahtır” gibi duyusal içeriği
olan
(mantıksal-matematiksel olmayan) bir önermenin doğruluğu hakkında ne
söyleyebileceğini Tarski’ye sorar. Tarski “ ‘Bu masa siyahtır’ ancak ve
ancak bu masa siyahtı
r ise” şeklinde cevap verir. Bu cevap Carnap’ın uzun zamandır arayıp da
bulamadığı
bir kuramı içermektedir. Carnap’ın o anda yaşadığı hislerini “gözümdeki
perde
nihayet kalkıverdi” (İng. “the scales fell from my eyes”) diyerek
ifade ettiği
söylenir (The Semantic Tradition from Kant to Carnap, s.304).
Rudolf Carnap ve Ürün Olarak Bilim
Rudolf Carnap'a göre bilimsel önermeleri doğrulamanın en iyi yolu
"sembolik mantıktır. Ona göre bir önermenin anlamlı olabilmesi için ya
doğrudan olgusal bir dille ya da olgusal bir dilin kısaltılması olan
sembolik mantık diliyle ifade edilmiş olması gerekir. Bir önermeyi
çözümlemenin başlıca amacının o önermenin doğrulama yönteminin
belirlenmesi olduğunu ileri süren Carnap'a göre, doğrudan ve dolaylı
olmak üzere iki tür doğrulama vardır. Örneğin, "Dışarıda yağmur
yağıyor." Önermesini camdan dışarıya bakarak doğrudan doğrulayabilirim.
"Bu küpe gümüşten yapılmıştır." önermesinin doğrulaması ise ancak gümüşü
çeşitli testlere tabi tutarak anlaşılabileceğinden dolaylı bir doğrulama
olacaktır. Bu önermelerle ilgili deney ya da gözlemlerimiz olumlu sonuç
verirse doğrulukları büyük oranda kesinlik kazanır. Fakat tam kesinliğe
hiçbir zaman ulaşılamaz. Ona göre hiçbir doğrulama tam değil kısmi bir
doğrulamadır. Örneğin , "Bütün insanlarda safra kesesi vardır."
önermesi, bütün insanların safra keselerinin olduğunun test edilmesi ile
doğrulanabilir. Böyle bir gözlemin yapılması mümkün olmadığından söz
konusu önermemiz ancak kısmi olarak doğrulanabilir.
Carnap, doğrulanabilirlik açısından metafizik önermeleri de
incelemiştir. Ona göre metafizik önermeler teorik ve olgusal kategoriye
girmeyen önermelerdir. Örneğin, "Evrenin ana maddesi havadır." gibi bir
metafizik önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayacak bir
yöntem yoktur. Yani bu tür önermeler test edilemezler.
Ne doğrudur ne de yanlıştır denilemeyeceği ve doğruluğunu ortaya koyacak
deneysel yöntem mevcut olmadığı için bu tür önermeler anlamsız ve
saçmadırlar. Bütün bunların sonucunda Carnap şöyle der; bir önermenin
anlamlılığı ya da doğruluğu kanıtlama yöntemine bağlıdır. Eğer bir
kanıtlama yöntemi yoksa o önermenin bir doğruluğu da yoktur.
Carl Gustav Hempel ve Ürün Olarak Bilim
Hempel de bilimi ürün olarak ele alan filozoflardandır. O da bir ürün
olarak gördüğü bilimin yapısını ve yöntemini açıklamaya çalışır. Ona
göre bilimsel açıklama iki türlü yapılır: tümdengelimle ve tümevarımla.
Tümdengelimle yapılan açıklamalara "yasalı", tümevarımla yapılan
açıklamalara ise "olasılıklı açıklama" der. Bilimsel yöntemin tümevarım
ve tümdengelimin bir birleşimi olduğunu savunursa da tümden gelimin,
tümevarıma göre daha ağırlıklı rol oynadığını düşünür. Bütün bu
açıklamalarına rağmen Hempel'e göre bilimde buluş yapmanın ve ürün
ortaya koymanın kesin bir yöntemi yoktur. Bilimde önemli olanın buluşun
nasıl gerçekleştirildiği değil, ortaya konulan ürünün bilimselliğinin
nasıl ve hangi yöntemlerle kanıtlandığıdır. Aynı zamanda Hempel'e göre
bilimsel açıklamaların iki koşulu vardır; mantıksal uygunluk ve deneysel
uygunluktur.
Etkinlik Olarak Bilim
Bu yaklaşım bilimi, bilim adamları topluluğunun bir etkinliği olarak
görür. Bu yaklaşımı savunan filozoflara göre bilim; o dönemin
değerlerinden, inançlarından bağımsız bir ürün değildir. Bilim adamları
topluluğu da o toplum içinde yaşamaktadır ve toplumdaki inanç, değer ve
kültürel değişimler onları da etkilemektedir. Etkinlik olarak bilim
yaklaşımını savunanların en tanınmış temsilcileri; Thomas Kuhn (Tomas
Kun, 1922-1997) ve Stephen Toulmin (Sitefan Tulmin, 1922-...)'dir.
Thomas Kuhn ve Etkinlik Olarak Bilim
Kuhn bilimi anlamaya yönelik eserinde (Bilimsel Devrimlerin Yapısı),
bilim adamlarının psikolojisiyle, bilim adamları topluluğunun sosyolojik
özelliklerinin, bilimi anlamada çok önemli rol oynadığını vurgular. Yani
bilimi anlamada bilimsel araştırma sürecine ideoloji, ahlak, inanç,
gelenek, görenek gibi ögeleri de katar.
Kuhn, bilim adamlarının etkinliği olarak gördüğü bilimin gelişim
aşamalarını, "Bir bilimin ilerleme tarzı konulu tablosu"nda
açıklamıştır. Buna göre bilim şu aşamalardan
geçerek ilerler:
1) Bilim öncesi dönem,
2) Olağan bilim dönemi,
3) Bunalımlar,
4) Devrim
Her bilim dalı, kendi tarihi içinde bu aşamalardan geçerek ilerler.
Bilim öncesi dönem bir hazırlık dönemidir. Bu dönemde araştırmacılar
hangi olay veya olguların açıklamaya ve incelemeye değer olduğu, hangi
yöntemi kullanmaları gerektiği ve hangi gözlemlerin önemli olduğu
konusunda görüş ayrılığı içindedirler. Yine araştırmacıların,
kendisinden hareketle, çalışacakları, temel kabul edecekleri tek bir
kuramsal öncüller grubu da yoktu. Sonra bilim insanlarından birisinin
teorisi kendisini kabul ettirir. Kuhn işte bu yöntem yada teoriye
paradigma adını verir. Ona göre paradigma, bilimsel bir yaklaşımın, ele
aldığı olguları ve bunlar arasındaki ilişkileri anlamak ve sorgulamak
için doğrudan ve dolaylı olarak kullandığı tüm kabuller, inançlar,
kurallar, kavramsal ve deneysel araçlardır. Bir başka değişle paradigma,
bilimsel bir yaklaşımın doğayı ve toplumu algılama ve sorgulama
biçimidir. Örneğin, Güneş merkezli Evren teorisi bir paradigmadır.Yine
Newton fiziği, Einstein fiziği birer paradigmadır. Paradigmaya bağlı
olarak çalışılan bu dönem Kuhn'un olağan bilim dediği dönemdir. Bu
dönemde kuramlar etrafında toplanan bilim insanları; evren, toplum,
insan, hastalık vb. problemleri çözerler. Bilim ve teknoloji alanlarında
yeni buluşlar ortaya koyarlar.
Kuhn'na göre olağan bilim döneminde, paradigma tarafından çözülemeyen
bir takım problemler ortaya çıkar ve bilim bir bunalım dönemi içine
girer. Bu dönemde bilimler, insanlığın ihtiyacı olan teknolojiyi
karşılayacak düzeyde değildir. Evren hakkında doyurucu yanıtlar
verememektedir. Bilimsel açıklamalar ile gerçeklik arasındaki uyumsuzluk
sürekli artmaktadır. Bu durumda bilim öncesi dönemindeki arayışlar
başlar. Bu bunalım döneminde genç bir bilim insanı ortaya çıkar, yeni
bir paradigma ortaya koyarak bilimsel devrimi başlatır. Kuhn'a göre
devrim aşamasında ortaya konulan paradigma, eski paradigmayla
karşılaştırılamayacak kadar farklıdır. Bu aşama bir paradigmanın sona
erdiği, yeni bir paradigmanın ise geçerli olmaya başladığı dönemdir.
Etkinlik olarak bilim görüşüne göre, ürün olarak bilim görüşünde olduğu
gibi bilim, düz bir çizgi biçiminde sürekli mükemmele doğru ilerlemez,
bir paradigmadan diğerine sıçrayarak ilerler. Bilim, ürün olarak bilim
anlayışında olduğu gibi "yuvarlandıkça büyüyen bir kartopu" gibi
değildir. Kartopu bazen kayaya çarpar ve dağılır. Dağılan parçalardan
yeni paradigmalar ortaya çıkar ve bir gün dağılmak üzere yoluna devam
eder. Ayrıca bu anlayışa göre paradigmaların doğruluğundan yada
yanlışlığından söz edilemez yalnızca geçerliliğinden söz edilebilir.
Paradigma sorulara yanıt verdiği sürece yaşar, yoksa yerini yenilerine
bırakır.
Stephen Toulmin ve Etkinlik Olarak Bilim
Toulmin'e göre bilim tarihsel ve toplumsal boyutları olan bir
etkinliktir. Bilimi açıklarken bu boyutları dikkate almak gerektiğini
düşünür. Bunun yanında o, bilimi evrimci bir bakış açısıyla ele alır.
Nasıl doğada yeni koşullara uyum sağlayabilen türler yaşıyor,
sağlayamayan ise yok olup gidiyorsa bilimde de yeni koşulların ortaya
çıkardığı problemleri diğer kuramlardan daha iyi çözüm getirebilen
kuramlar güncelliğini koruyarak varlığını sürdürmektedir.
Bilimin Değeri Nedir?
Bilim insanın merak etme ve öğrenme isteğinden doğmuş, en değerli bilgi
dalıdır. Doğayı anlama ve onu belirli ölçülerde kontrol altına alma
uğraşında en önemli güçtür. İnsan bilim sayesinde, doğayı ve toplumsal
gerçekliği anlayabilir. Yine bilimin verileri sayesinde teknoloji
üretebilir. Yine bilim sayesinde insanlar bilimsel bir bilinç
kazanırlar. Bilimsel devrimler sayesinde, üretim biçimlerinde, kitle
iletişim araçlarının kullanımında ve devlet yönetiminde olumlu
değişiklikler olmuştur. Bilime değer veren ve onu toplumsal yaşamın en
güvenilir yol göstericisi olarak gören görüşün karşısında olanlar da
vardır. Bilime karşı olumsuz tavır alanlar iki grupta toplanabilir:
Birinci grupta bilimin aydınlığından korkanlar yer alırken ikinci grupta
teknolojinin yarattığı olumsuzlukları ve bilimin kötüye kullanılmasını
bilime mal edenler yer alır. Bazı ünlü düşünürler dahi bilime karşı
olumsuz tavır içinde olmuş ve olumsuz sözler söylemişlerdir. Örneğin
Fransız fizik bilgini Blaise Pascal (Blez Paskal, 1623-1662) şöyle der:
"İnsan bilimleri bilmekle, bilmemekten daha çok insanlığını yitirir".
Albert Einstein ise "Bilim köleler yaratmaktan başka bir işe yaramadı;
savaş zamanında bizi zehirlemeye paramparça etmeye yarıyor; barış
zamanında da yaşamımızı çekilmez, kararsız duruma sokuyor. Bilimler,
insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde kölelikten kurtaracak yerde,
onları makinenin kölesi yapıyor."der. Bu tür olumsuz eleştirilere en
güzel cevaplardan birini Albert Bayet vermiştir. "Bilim Ahlakı" adlı
eserinde şöyle der: " Bilgin, bilgin olarak değil herhangi bir insan
kadar suçlu olabilir ve ne yazık ki çok zamanda(suçlu) olmuştur. Suç
işlerinde kullanıldığı zaman, bilim bir suç ortağı değil, olsa olsa o
işin kurbanıdır." Bilim ve teknolojideki gelişmeler insanlığın yararına
kullanıldığı gibi zararına da kullanılabilir. Örneğin, fizik ve kimya
alanındaki gelişmeler atomun bulunmasını sağlamıştır. Atom, atom
santralleri kurularak insanlığın yararına enerji üretiminde
kullanılabileceği gibi atom bombası yapılarak insanları öldürmek içinde
kullanılabilir. Aynı biçimde barut, kayaları parçalamak, tüneller açmak
ve geçitler yapmak için kullanılacağı gibi, kentleri yıkmak insanları
öldürmekte de kullanılabilir. Anlaşılacağı üzere sorun, bilimin ortaya
koyduğu buluşların insanlığın yararına kullanılmamasıdır.
Bilimin sonuçlarının insanlığın yararına kullanılmasıyla sorun ortadan
kalkacak, bilim artık suçlu ilan edilmeyecektir.
Konu Başlıkları:
Bilimin Değeri: Bilimsel bilginin diğer bilgi türleri ile tamamlanmasının gerekliliği
Bilimin sağlam zeminlerde ilerleyebilmesi için sadece gözlem, deney,
araştırma gibi çabalar yetmez. Bütün bilimler, kendilerini her zaman
kontrol eden mantık, matematik gibi formel disiplinlerin (bilim) bilgi
türleriyle ve teknolojinin kolaylıklarıyla tamamlanmalıdır.
Mantık
Düşünme konumumuz ve biçimimiz ne olursa olsun birtakım mantık
ilkelerine dayanarak düşünmek zorundayız. Her türlü bilimsel çalışma
için mantık özellikle gerekli bir düşünme biçimidir.
Her bilimin amacı, kendi alanına giren konuları belirleme ve
açıklamadır. Açıklamanın mantıksal kurallara uygun olarak yapılması
gerekir. Bilimsel metodun başlıca öğeleri olan açıklama, ön-deyi ve
doğrulama mantık üzerine dayalıdır.
Mantık, olguların açıklanması ile değil, doğru düşünme kuralları ile
uğraşır. Mantık için önemli olan sadece yargılarımızın doğruluğu değil,
yargılarımız arasındaki ilişkilerin ve akıl yürütmenin doğruluğudur.
Olgusal önermelerin iç doğruluğunu tespit bilimlerin işidir; bunlar
doğru olduğu taktirde bunlardan yapılacak çıkarımlar tespit te mantığın
işi. Bilimsel çalışmalarda verilen hükümlerin olgusal doğruluğu kadar
mantıksal doğruluğu da önemlidir.
Bilim adamlarının ulaştığı sentetik önermeler doğru ise, bunlardan
mantık kurallarına göre yapılacak çıkarımlar da doğrudur. Mantıksal
çıkarımların yapılacağı temel önermelere “öncüller” denir. Mantık, bu
öncüllerden doğru sonuçların çıkartılmasıyla uğraşır.
Bilimin ana yöntemleri olan tümdengelim ve tümevarım çıkarımları
yaparken de mantığa dayanmak zorunda kalırız. Bilimde her iki çıkarım
türüne de sık sık başvurulmaktadır. Bilimsel genellemelere ulaşmada
tümevarım (induction), bu genellemeleri açıklama gücü taşıyan gözlem
verileri ile doğrulamaya tümdengelim (deduction) denir. Hangi alanda
çalışılırsa çalışılsın, her bilim adamının sağlam bir mantık bilgisinin
olması gerekir.
Matematik
Bilimsel bilginin temelinde yer alan formel bir bilim de Matematiktir.
Matematik de, mantık gibi, kesin ve zorunlu sonuçlarla ilgilenen bir
disiplindir.
Matematikte ispatlanmış önermeler olan teoremlerin, bu ispatın dayandığı
öncüller (aksiyomlar) reddedilmedikçe yanlış çıkma ihtimalleri yoktur.
Olgusal bilimlerdeki önermeler ters bir gözlem veya deneyle
yanlışlanabilir. Oysa Matematikte önermeler için böyle bir tehlike söz
konusu değildir. Matematikte önermelerin doğruluk değeri gözlem
verilerine bağlı değildir. Mantıksal açıdan da matematikte önermeler
sentetik değil, doğrulukları apriori (gözlemden bağımsız ) olarak kabul
edilen analitik önermelerdir.
Matematik insan zihninde yapılan bir oyun değildir. O, hemen bütün
olgusal bilimlere uygulanabilir. Matematik, bilimsel bulgu ve yasaları
açık, kesin ve kısa olarak ifade etmeye yarayan ideal bir dildir.
Matematik, bilimsel bir hipotez ve teorinin doğrulanma işlemi için
gözlem sonuçlarını ortaya çıkarmada vazgeçilmez bir araçtır. Matematiğin
sağladığı çıkarım teknikleri olmadan, soyut teorilerin ne doğrulanması
ne de bunlardan açıklama ve ön-deyi konularında yararlanılması mümkün
değildir.
Bilime matematiksel tekniği tam olarak yerleştiren Newton’dur. Olgusal
bilimlerle matematik birleştikten sonra hem fizik, kimya, astronomi gibi
doğa bilimlerinde hem de istatistiksel yöntemler vasıtasıyla beşeri
bilimlerde büyük ilerlemeler sağlamıştır. Matematik dilini kullanan
olgusal bilimlerde büyük ilerlemeler sağladığı gibi, bu işbirliği
matematik bilimlerinde de önemli gelişmelerin olmasını sağlamıştır.
Galile, “evren denilen bu yüce bir kitabı, yazıldığı dili ve alfabeyi
bilmedikçe anlamaya imkân yoktur. Evren matematiğin dili ile
yazılmıştır. Matematiğin dilini bilmeyen için evren, içinden çıkılmaz
bir labirent gibidir”, diyordu. Dolayısıyla evrendeki gök olaylarından,
biyolojik hücrelerdeki mikrokosmos olaylarına,madde olaylarından
toplumsal ve ruhsal olaylara kadar her şey matematik dili ile ifade
edilmeye çalışılıyor. Herhangi bir bilgi alanı, ancak matematiksel dili
kullanmaya başlarsa bilim sayılıyor.
Son zamanlarda bilgisayar teknolojisindeki gelişmeler, bütün bilimlerin
temeli olarak mantık ve matematiğin kullanımını kolaylaştırmıştır.
Teknoloji
Teknoloji bir yandan bilimin uygulama alanı gibi gözükürken bir yandan
da “uygulamalı bilim” olarak kabul ediliyor. Ancak bilim- teknoloji
işbirliği son yüzyılların eseridir. Daha önceki zamanlarda bilim ve
teknoloji ayrı ayrı gelişen iki alan gibi görünüyordu (meselâ antik
Yunan ve Roma dönemlerinde).
Gerçi teknolojinin bilim desteği olmadan kendi başına geliştiği
olmuştur, ama son yüzyılların sistemli ve önemli teknolojik buluşları
bilimsel bilgi ve araştırma sayesinde olmaktadır. Doğru bilgiye
dayanmayan ama “bilimsel” sıfatını taşıyan bir zamanların dört unsur
teorisi, simya çalışmaları herhangi bir teknolojiyi doğurmamıştır.
Sadece olgu toplama, gözlem ve sınıflandırma faaliyeti mükemmel bilimsel
ilerlemeler sağlayamaz. Teknoloji desteğindeki bir bilimsel çalışma
ileri ve sistemli olur. Bilim teknolojiye, teknoloji bilime önemli
destekler sağlar. Bilimsel bilginin hayata uygulanması teknoloji
sayesinde mümkün olmuştur. Teknoloji olmadan insanın bilime büyük değer
vermesi, onu okul sisteminin ve sosyal hayatının temeline yerleştirmesi,
bilimsel araştırmalara büyük paralar ayırması mümkün olmaz.
Teknoloji, ele aldığı konular, bağımsız çalışması ve kullandığı metot
bakımından tamamen bilimsel bir çalışmadır. Hatta bilimin teknolojiden
çıktığı şekilde teoriler de vardır.
Hayatla Bilimsel Bilginin İç İçeliği
Bilim insanın içinde yaşadığı doğayı ve toplumu, hatta kendisi
anlamasını, kavramasını ve bu alandaki olayları açıklamayı bilmesini
sağlar. Ama sadece bununla kalırsa bilimsel bilgi pasif, durağan bir
bilgi; insan kafasında bir süs olur. Oysa bilimsel bilgi sadece anlama,
kavrama ve açıklamakla yetinmez, kişide bir güç haline gelir, onun
tabiatı kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanabilmesini ve
değiştirmesini sağlar.
Bilimin amaçları konusunda birbirine zıt iki görüş vardır. Bazılarına
göre bilim, sadece gerçeklerin açığa çıkmasına yardım eder. Bu nedenle
bilimin hayata uygulanmasında veya bilimi hayatın hizmetine vermekte
fazla bencil davranmamalıdır. Pragmatizm ve utilitarizm gibi bazı
görüşler de bilimin esas amacının, insan hayatını kolaylaştırmak
olduğunu savunurlar.
Bilim tarihçilerinin yaygın kanaati, tarihte antik Yunanlıların
bilimsel çalışmayı neredeyse hiçbir maddî menfaat beklemeden yapmış
olmaları; buna karşılık Romalıların faydacı davrandığı ve sadece
teknolojiye uygulayacakları bilgi ile meşgul olduklarıdır.
Çağdaş uygarlık ve modern endüstri, her türlü doğa güçlerinden
yararlanmak istiyor. Bunun da yolu, bilim vasıtasıyla doğa kanunlarını
bulmak ve kontrollü olarak insan hizmetine sokmaktır.
Bazı bilim adamları salt teorik çalışmayı sever ve gerçeğin peşinde
koşarken hiçbir zaman maddî çıkar düşünmüyor; bazıları ise özellikle
hayatta uygulanabilecek insana güç kazandırabilecek bilgiler peşinde
koşuyor.
Bazı bilimler daha ziyade saf bilim, bazı bilimler de uygulamalı
bilimlerdir. Bazı bilimlerde teorik çalışmalar bazı bilimlerde ise
uygulamalı çalışmalar daha çoktur. Meselâ tıp, mühendislik, tarım ve
hayvancılık, sosyoloji ve iktisat teorik olmaktan ziyade uygulamalı
bilimlerdir. Hatta sosyoloji, politika, tarih gibi bilimlerde teorik
zemin son derece azdır.
Bilimin hayatla iç içe olmasının en güzel örneklerini tıp bilimi ve
uygulamalarında görmekteyiz. Röntgen ışımaları, tomografi cihazları,
ölçme âletleri, biyoloji, tıbbi kimya, klinik psikoloji v.s. vasıtasıyla
âdeta bütün bilimler insan sağlığının korunmasına yardımcı olmaktadır.
Tarım ve hayvancılıktaki yeni gelişmelerde, yeni bitki ve hayvan
kültürlemelerinde, her şey bilimsel bilgiye göre olmaktadır. Şu anda
gıda mühendisliği olmadan insanın sağlıklı beslenmesi mümkün müdür?
Metalurji, boya, kağıt, cam, porselen v.s. alanlarında yeni bilgi
sistemleri egemendir. Makine, elektrik ve kimya sanayileri bu alandaki
saf bilimsel çalışmalardan doğmuştur. Artık bilimsel bilgiye dayanmayan
sanayi ve teknoloji kısa zamanda gerileyip kapanmaktadır.
Bugün içinde yaşadığımız yüksek uygarlık, 17. yüzyıldan beri devam
eden bilim ve teknolojinin karşılıklı işbirliği sayesindedir. Hemen her
sahadaki sanayi uygulamaları bilimsel bilgi olmadan mümkün olmamaktadır
(doğal olarak bu ilişki tek taraflı değildir; bir çok bilimsel
buluşlarda sanayi ürünleri olan deneysel malzemeler,ölçme araçları v.s.
sayesinde mümkün olmaktadır).
İnsan hayatında bilimsel bilgi giderek daha fazla egemen oluyor.
İnsanın toplumsal hayatında bile bir rasyonelleşme egemen oluyor. Her
şeyde değerlendirme ve ilerleme ölçütü akıl ve bilimsel bilgi oluyor.
İçinde yaşadığımız çevre giderek daha teknik bir çevre oluyor.
Şu anda çağdaş insan toplumlarının ana karakteristiği bilimsel
bilginin toplumun bütün işlerinde ve bütün katmanlarında egemen
olmasıdır. Bilimsel bilgiye dayanarak yönetilen ve yaşayan toplumlara
bilgi toplumu deniliyor.
Özet Olarak Bilim Felsefesi
Felsefe evrende "var olan" her şeyi konu alır. Bir varlık alanı olarak
bilim de felsefenin konuları arasındadır. Bilimi ve bilimsel bilgiyi
konu alan felsefe dalına bilim felsefesi adını veriyoruz. Bilim
felsefesinin konusu bilimdir. Bilimin yapısını, doğasını, bilimsel
kuramlarla gerçeklik arasındaki ilişkiyi, ilkelerini, ana kavramlarını
ve bilimde yöntem problemini inceler. Kısaca söylersek, bilim felsefesi,
bilimle ilgili sorular sorarak bilim üzerine felsefe yapar. Şunu da
belirtmemiz gerekir, bilim felsefesi bilimsel bilgiyi, kuram düzeyine
gelmiş bilgiyi ele alır.
Bilim felsefesi ile "bilimsel felsefe"yi birbirine karıştırmamak
gerekir. Bilim felsefesi önceki paragrafta belirtildiği gibi bilimin
konusunu, ulaştığı sonuçları ve yöntemini sorgularken; bilimsel felsefe,
bilimin hızlı ve başarılı sonuçlar elde etmesinden esinlenerek bilimsel
düşünüş biçimini felsefeye uygulamak ister. Bilimsel felsefeyi
savunanlara göre felsefe de bilimsel sistem kadar doğru, kesin ve sağlam
bilgiye sahip olabilir. Bu görüşü savunan düşünürlerden biri Alman
filozof Hans Reichenbach (Hans Rayhınbah, 1891-1953)'dır. Ona göre
felsefe spekülasyonlardan arınarak bilimler gibi kesin, doğru ve genel
sonuçlara ulaşabilir.
Bilim felsefesinin konusu, bilim üstüne düşünmektir. Bilimi oluşturan
kavram ve önermelerin yapısını, bilimin yöntemini ele alır inceler,
sorgular. Bilim, bilimsel yöntemle elde edilen sistemli bilgiler
bütünüdür. Bilimsel yöntem, bilimsel bilgi elde etmede izlenen sistemli
yoldur. Bilimsel yöntemin belirli aşamaları vardır. Bunlar, araştırma
konusunun saptanması ve gözlem, hipotez, deney (sosyal bilimlerde
deneyleme, gözlem), kuram ve yasa aşamalarıdır.
Bilim felsefesinin temel soruları; bilim nedir?, bilimsel yöntem nedir?,
bilimin değeri nedir? vb. dir.
Bilimin ne olduğu konusunda iki farklı yaklaşımdan söz edebiliriz.
Birincisi, bilimi ürün olarak gören yaklaşım, ikincisi ise bilimi
etkinlik olarak gören yaklaşımdır. Ürün olarak gören yaklaşıma göre,
bilimin ne olduğunu anlamak için bilim adına ortaya konulmuş ürünlere
bakılmalıdır. Dış faktörlerin, toplumsal koşulların, değer yargılarının
bilim üzerinde herhangi bir etkisi yoktur. Bilimi etkinlik olarak gören
yaklaşıma göre; bilimi anlamak için bilimsel bilgilerin oluştuğu
kültürel ortamın ve toplumsal koşulların bilinmesi, incelenmesi gerekir.
Bilime klasik yaklaşımın temel özellikleri şunlardır:
. Bilim, insan zihninden bağımsız olan gerçeklikleri araştıran bir
faaliyettir.
. Bütün bilimler birbirleriyle ilişkilidir. Bilimler birbirine
indirgenebilir.
. Bilim, birikimsel olarak ilerler.
. Bilimsel faaliyetin insandan tümüyle bağımsız bir iç işleyişi vardır.
Bilimi anlamanın çeşitli yolları vardır. Bunlardan biri tarihsel
gelişimine yani bilimin oluşum ve gelişimine bakarak bilimi
açıklamaktır.
Varlık Felsefesi (Ontoloji) Nedir?
Felsefi anlamda var olan şey, ağaç ve ateş gibi canlı veya cansız bir
madde de olabilir, düşünme ve sezme gibi ruhsal bir şey de... Aynı
şekilde varlık, inanç gibi manevi bir şey de olabilir. Kısacası felsefe
için varlık; fiziksel, zihinsel veya ruhsal olarak kabul görebilir.
İşte bu varlık alanlarının barındırdığı varlıkların en temel ve
kendilerine özgü yanlarını soruşturan inceleme ve düşünme biçimine,
varlık felsefesi veya ontoloji denilmektedir.
Yani varlık felsefesi veya ontoloji; en
genel anlamda var olan şeyleri, varlıkların temellerini ve varlıklar
arasındaki esas bağları sorgulayan felsefe dalıdır.
İsminden de anlaşılacağı üzere varlık felsefesinin konusu, varlıktır.
Varlık felsefesi bu bağlamda; varlık var mıdır, varlık varsa bu nasıl
oluş biçimi nasıldır, varlık yalnızca fiziksel olarak mı vardır, maddi
varlığın dışında tinsel varlıklar da var mıdır ve varlığın nitelikleri
nelerdir gibi sorulara cevap aramaktadır? Felsefe bu sorgulamalarla,
varlığı ve var olanla ilişkili olayları, bir bütün olarak açıklamaya
çalışır. Bu çalışmanın ulaşmak istediği sonuç, tüm varlık dünyasını
yöneten ilkeleri bulmak ve açıklamaktır.
Varlık felsefesinin (ontolojinin) konusu varlıktır. Başka bir deyişle,
felsefenin genel olarak varlığı konu edinen dalına varlık felsefesi
denir. Varlık felsefesi varlığın ilk nedenlerini ve ilk ilkelerini konu
edinir ve onu araştırır. Kısaca varlık felsefesinin konusu varlıkla
ilgili her şeydir. Varlık ise var olan her şeydir. Varlık felsefesi
Aristoteles'in ilk felsefe dediği disiplindir. Ona göre ilk felsefe;
"Var olanı, var olan olarak, saf halde ele almak" tır.
Felsefede varlık çok geniş anlamlar içermektedir. "Varlık"ın bazı
farklı anlamlarını şöyle açıklayabiliriz.
Felsefede varlık, "töz" anlamına gelir. Töz, var olmak için kendisinden
başka hiçbir şeye gereksinim duymayan varlıktır. Tözün bir başka anlamı
da değişmelerin gerçekleştiği kalıcı varlıktır. Örneğin zihin veya madde
bu anlamda birer tözdür.
Felsefede varlıkla ilgili, gerçek varlık ve düşünülen varlık ayrımı
yapılır. Ağrı dağı, çam ağacı ve ege denizi birer gerçek varlıktır. Kaf
dağı, peri, ve deniz kızı yalnızca düşünülen varlıklardır.
Ontoloji varlık bilgisi, varlık sorunu ya da varlık felsefesi
adlarıyla da bilinir. Varlığı kendinde ele alarak kaynağını, özünü,
nitelik ve
kategorilerini ele alan felsefe dalıdır (Hilav, 1985, s.212). Ontoloji
varlığı, mikromakro
boyutlarda, nicelik, nitelik açısından somut, soyut planlarda ele alan
oluşum
ve içerik açılarından inceleyen felsefi bir çalışma alanıdır (Özyurt,
2000,
ss.171-172). Bu anlamda felsefenin ilk ve temel uğraş alanlarından biri
olup tüm
varlık alanını, kozmosu, doğayı ve evreni, bunların oluşum, dönüşüm ve
değişimi
konularını inceler (Değermencioğlu, 1997, s.33). Ontoloji boyutunda
yanıt aranan
sorulardan ilki ‘arke’ye ilişkindir. Yani “Tüm varolanların başlangıcı,
ilk tözü nedir?” sorusuna yanıt aranır. Felsefeciler bu soruya yanıt
vererek felsefelerini temellendirilir.
Arke (töz, köz) evrende hiç bir şey yokken var olduğuna inanılan ya da
var olduğu kabul edilendir. Tarihsel gelişim içinde Descartes Tanrı,
Hobbes madde,
Spinoza Tanrı ya da doğa, Marx madde ve değişme, Dewey değişme ve Satre
insanı arke olarak kabul etmişlerdir (Gökberk, 2005).
Felsefenin başlıca uğraş
alanları Ontoloji -Varlık
Bilgisi-, Epistemoloji -Bilgi
Sorunu- ve Aksiyoloji -
Değerler Sorunu- ve
Mantıktır.
Felsefeler genel bir yaklaşımla bu soruya verdiği yanıta göre
gruplanabilir. Örneğin soyut ya da manevi ögelerden birini arke olarak
belirleyen felsefi yaklaşımlar
idealist anlayış olarak değerlendirilir. Buna karşılık somut ya da maddi
ögelerden
bir ögeyi ‘arke’ olarak belirleyen felsefi yaklaşımlar ise materyalist
anlayış olarak
belirlenir. Felsefenin bu dalı şu sorulara yanıt aramaya çalışır
(Sönmez, 2006,
s.65; Sözer, 2002, s.84):
1. Varlıkların kökeninde bir tek nesne mi, yoksa ruh ve madde diye iki ayrı
nesne mi vardır? Ruh ve madde diye iki ayrı nesne varsa bunların nitelikleri
ve birbirleriyle ilişkisi nedir?
2. Evrende olup bitenlerin belli bir amacı ve bütünlüğü var mıdır?
3. Doğa yasaları denen zorunlu ilişkilerin varlık nedeni nedir?
Ontoloji varlık bilgisi- varlık
sorunu, varlık felsefesi
olarak bilinir. Ontoloji
varlığı, var olanı
mikro-makro boyutlarda,
nicelik, nitelik açısından
somut, soyut planlarda ele
alan oluşum ve içerik
açılarından inceleyen felsefi
bir çalışma alanıdır.
Konu Başlıkları:
Varlık Var mıdır?
Varlık felsefesiyle ilgilenen her filozofun cevaplandırması gereken ilk
sorulardan biri, varlığın gerçekten var olup olmadığıdır. Eğer varlık
varsa, bu var olma durumunun kaynağı nedir? Eğer böyle bir kaynak varsa,
bu kaynak bizim tarafımızdan bilinebilir mi? İnsan, varlığın hangi
durumlarını bilebilir? İşte bütün bu sorular ve sorgulamalar, varlık
felsefesi ile ilgilenen filozofların, üzerinde düşündükleri
meselelerdir.
Varlık ve yokluk konusunda birçok ünlü filozofun çeşitli görüşleri mevcuttur:
Descartes, "düşünüyorum, o halde varım"
ifadesiyle, bir bakıma varlık felsefesine verdiği önemi de
vurgulamıştır. Descartes bu sözünde, zihninde bazı şeylerin mevcut
olduğundan ve kendisinin de bu şeyleri düşündüğünden emin olduğunu
vurgulamaktadır. Yani Descartes bu sözünde, öznenin varlığını kabul
etmiştir.
Aynı şekilde Berkeley de "var olmak, algılamaktır"
ifadesiyle, varlık felsefesinin içine girmiştir. Berkeley'e göre zihnin
dışındaki, yani kendimizin dışımızdaki gerçekliği ve farklı zihinleri,
yalnızca algılarımız yoluyla bilebiliriz. Böyle bakıldığında,
Berkeley'in bir tekbenci olduğu düşünülebilir; fakat
Berkeley kendisini kesinlikle tekbenci olarak kabul etmemektedir. Çünkü
felsefede tekbenci; sadece bireysel algılarının varlığını
kabul eden ve kendi bilincinin dışındaki gerçeklikleri kabul etmeyen
kişidir. Berkeley, tekbencilikten kaçmak için tek bir zihinden değil,
her birisi kendi tasarımına sahip olan birçok zihinden bahseder. Yani
bir zihin algılamayı bıraktığı anda, diğer zihinler algılamaya devam
edecektir ve böylelikle varlık sürekli olarak gerçeklenmiş olacaktır.
Hatta bütün bu zihinlerin üstünde de tanrının zihni vardır. Yani bütün
zihinlerin algılamayı kesmesi halinde, tanrının mutlak algısı, varlığın
var olmasını sağlamaya yetecektir.
Antik Yunan düşünürlerinden Thales, "hiçten
hiçbir şey meydana gelmez" ifadesi ile meydana gelmemiş ve yok
olmayacak bir varlığı, her şeyin ilk nedeni saymıştır. Bu madde
kendiliğinden canlıdır ve kendiliğinden değişebilir.
Anaximandros'un sınırsız ilk maddesi olan "aperion"
da yokluğu kabul etmez.
Herakleitos için yokluk, varlığın yeni bir şekle dönüşmesi
olarak açıklanır. Herakleitos'ta, evrenin ana maddesi olan ateş, bütün
varlıkları değişikliğe uğratır. Bu değişiklik bazen bir varlık içindeki
gelişme şeklinde, bazen de başka bir varlığa dönüşme şeklinde ortaya
çıkar. Başka varlığa dönüşme durumu yok olma; yeni bir oluşumla meydana
gelme durumu da yokluktan var olmadır.
Elealı düşünür Parmenides, "yalnız var olan vardır
ve ancak bu düşünülebilir; var olmayan yoktur ve düşünülemez de"
diyerek ana fikrini ortaya koymuştur. Parmenides, çokluğu ve durmadan
değişmeyi bir duyu aldanması olarak nitelendirmiştir.
Empedokles de bütün varlıkların temeline toprak, su, ateş
ve hava unsurlarını koyup varlıkların bu maddelerin değişik şekilde
bileşimlerinden meydana geldiğini ve yok olmanın olmadığını ileri
sürmüştür.
Demokritos'a göre, var olan yok olmaz; ama varlık
dünyasının dışında bir var olmayan uzay boşluğu bulunur.
Platon'a göre tam yokluk yoktur, göreceli bir yokluk vardır. Bir
şeyin başka bir şey olması ve bulunmayışı yokluk olarak nitelendirilir.
Aristoteles de yokluğun düşünülemeyeceğini savunarak
genellikle oluş ve gelişme üzerinde durmuştur.
Varlık Varsa
Tam Olarak Nedir?
Varlığın Neliği Problemi
Varlığın dış görünüşünde madde, içinde enerji, dinamizm ve güç vardır.
Madde sınırlı, varlıklar sınırsız denecek kadar çoktur. Varlık dünyası
çok yönlü, çok kademeli ve çok anlamlıdır. Gerçekliğin kozmolojik,
fiziksel, biyolojik, psikolojik, sosyolojik vesaire yönleri vardır.
Kozmolojik dünyanın mekân (uzay), zaman ve nedensellik kategorileri
vardır. İnsan, bu kategoriler içinde varlık evreninin düzenini anlamaya
çalışır. Zaman, mekân ve nedensellik olmadan varlık dünyasını açıklamak
çok zordur. Ama modern bilim bile zamanın ve uzayın sınırlarını
bulmaktan çok uzaktır. Şu anda en büyük ölçü birimi olan ışık yılı ile
bile, bu boyutlara ulaşmak imkânsız gözüküyor.
Augustinus, zaman ve mekânın da evrenle birlikte
yaratıldığına inanıyor. Kant, zaman ve mekanı insanın
varlık dünyasına bakış kalıpları olarak değerlendiriyor. J. Böhme,
"bunlar tanrının duyu organlarıdır" diyor.
Schopenhauer, üç boyutlu zaman (geçmiş, şimdi, gelecek) ve
gene üç boyutlu mekanın (yükseklik, genişlik, uzunluk) insan zihni
tarafından kontrol altına alınmaya çalışıldığını anlatmıştır.
Nedensellik de insan zihninin sebep bulma ve sonuç çıkarma özelliğinden
doğmaktadır. Ama atom altı dünyada bir nedensellik bağından çok, ilişki
belirsizliği görülmektedir.
Gerçekliğe fizik açısından baktığımızda, maddi varlıkların ve olguların
temelindeki yasaların ve sayısal dengelerin önemli olduğu ortaya çıkar.
Fizik, durmadan maddeyi parçalamakta, atom altı dünyaya inmekte ve orada
da fotonlar dünyasına ulaşmaktadır. Varlıkların özünde hem madde hem de
enerji ortaya çıkmaktadır.
Bütün her şeyin temelinde ölçüsüz, ağırlıksız ışık vardır. Buradan
protonlar, elektronlar, kütleler çıkıyor. Cansız varlıkları bir bütün
olarak koruyan, canlı varlıkları büyütüp yaşatan enerjidir. Çinlilerin
Yin ve Yang'ı da canlıları yaşatan enerji kutuplarıdır.
Gözlerimizle atomu ve atom altı dünyayı göremediğimiz gibi, evrendeki
pek çok büyük-lükleri de göremeyiz.
Gerçeğin biyolojik görünümüne baktığınızda, karşınıza hemen hayatın
niçin ve nasıl başladığı problemi çıkıyor. Bu konularda "niçin" sorusu,
hem hayatın başı hem de sonu olarak cevaplandırılamaz durumdadır. Canlı
hayatın nasıl başladığı konusunda ise, teoriler ve spekülasyonlar
vardır. Hayatın suda başladığı, canlı varlıklar arasında biyolojik
özelliklerin DNA kodları vasıtasıyla aktarıldığı biliniyor. Ancak canlı
türlerinin ortaya çıkışı noktasında, biyolojik bir evrim ile türlerin
değişmezliğini savunan görüşler, düşünce tarihi boyunca sürdürdükleri
tartışılmalarını hâlâ devam ettiriyorlar.
Herakleitos, Demokritos ve Aristoteles'ten
beri, biyolojik hayatta bir evrim olduğu ileri sürülüyordu. 19. yüzyılda
C. Darwin, canlıların bir kökten evrimleşerek
geliştiklerini ileri sürdü. Haeckel, her canlı türünün
uzun bin yıllar içindeki gelişiminin (filogenez), o canlının embriyonal
gelişim devresinde (ontogenez) gizlendiğini iddia etti. J. Monad
da, mutasyon vasıtasıyla olan evrimin tesadüfen meydana geldiğini
savundu. Bunlara karşı ise, canlı ve cansız varlıkların bir tanrı
tarafından planlı ve programlı olarak yaratıldıkları şeklinde dinî
temelli felsefî açıklamalar hep canlı kaldı.
Varlık dünyasını gerek felsefî gerekse bilimsel açıdan incelerken,
karşımıza çıkan en önemli kavramlardan biri de oluştur (genesis).
Antik Yunandaki doğa filozoflarına göre varlığın ana maddesi (su, hava,
ateş ve toprak gibi) tek ve canlı idi. Tüm oluş bu ana varlık tarafından
meydana getiriliyordu. Empedokles'te dört ana unsur
(toprak, su, hava ve ateş) sevgi ile birleşip nefret ile ayrılıyor ve
böylece oluş meydana geliyordu. Anaxagoras'a göre, evrende
ne kadar varlık varsa o kadar da ana madde vardı, ilk hareketi "nous"
sağlamakta; sonraki hareketler çarpma ve basınç ile mekanik tarzda
olmaktaydı. Demokritos'a göre varlıkların özün-de maddenin
en küçük parçası olan atomlar vardı. Atomların hareketleri sonucu
mekanik ve zorunlu bir oluş meydana geliyordu.
Platon ideler dünyasını oluşun ve değişmenin olmadığı, bu
varlık dünyasını da oluş ve bozuluşun olduğu bir dünya olarak anlatır.
Oluş dünyasını yaratan Demiourgos adlı iyilik idesidir.
Aristoteles'e göre da oluş, madde içindeki gizli gücün
harekete geçip o maddeyi geliştirmesidir. Özün kendini gerçekleştirmesi
dört nedenle olur; maddî, formel, hareket ettiren ve ereksel nedenler.
Varlığın oluşu, belli bir amaca yöneliktir (teleolojik).
Plotinos'a göre her şeyin temeli ruhtur ve varlıkların
oluşu da ruha bağlıdır. "Nous" düşünür, ruh da bu
düşüncelere göre maddeye şekil verir. Eğer ruh olmasaydı canlılık,
hareket ve biçim olmazdı.
Augustinus'a göre, Tanrı evreni özgür olarak yaratmış ve
zaman içine atmıştır. Her şey zamanın akışı içinde tanrının belirlediği
şekilde değişir.
Descartes da cisimlere ilk hareketi tanrının verdiğini
kabul eder. Ama daha sonraki her şey mekanik olur. Tanrı doğayı ve doğa
kanunlarını yaratmıştır, ama işleyişine karışmaz. Doğa kanunları kendi
kendine işler ve herş eye hâkimdir. Oluş konusunda Malebranche,
Descartes'e karşıdır. Ona göre cisimler kendi kendilerine
hareket edemez ve birbirlerini etkileyemezler. Dünyada olan her şey
tanrı tarafından gerçekleştirilir. Spinoza da tanrının,
kendi eseri olan evrenin içinde olduğunu söyler. Oluş, tanrısal özün
kendisini gerçekleştirmesidir. Doğa olaylarının hepsi, tanrının
kendisidir. Tanrı Leibniz'de de evrenin düzenini ayarlamış
olan güçtür. Bu düzen bir kere baştan saat gibi ayarlanmıştır ve tanrı
ikide bir işe karışmaz. Tanrı evreni belli bir amaca göre yaratmıştır
(teleoloji). Ancak bu amaç gerçekleşirken tam bir mekanizma ege-mendir.
Kant da tanrının yaratma sırasında hem evrene hem de
insana kendi aklından pay verdiği, dolayısıyla tanrının evreni
mucizelerle değil, rasyonel yasalarla yönettiğini savunuyordu. Doğadaki
oluş, daha önceden tanrı tarafından kurulmuştur; doğa, tanrıyı
göstermektedir.
İlk bakışta Platon'un iki parçalı evren anlayışını kabul
eden Hegel, idenin kendi dünyasında potansiyel bir imkân
olduğunu, ancak kendisini doğada gerçekleştirdiğini savunur. Var olan
her şeyin arkasında bir ide vardır. Ancak ide madde içine girdiğinde
kendine yabancılaşır, parçalara bölünür ve sürekli değişir. Doğa, akıl
ve ruhun özgürlükten yoksun ve bilinçsiz bir şekilde gerçekleşmesidir.
Marx ve Engels de oluşun merkezine dinamik
maddeyi koydular. Evrende gerçek varlık maddedir ve o da hareket
vasıtasıyla zorunlu gelişim yasasına uyar.
Felsefe tarihinde Porphyrios, Thomas ve
Hartmann'ın varlık katmanları veya aşamaları meşhurdur.
Bunlarda, cansız varlıklardan canlılara ve insana (akıllı varlıklara)
doğru giden katmanlar sıralanıyor ve bunların oluşu birbirine
bağlanıyor.
Varlık
Felsefesinde İdealizm
Her türlü varoluşun insanın düşüncesinde var olduğu görüşünü savunan
felsefi akımdır.
İdea, Platon felsefesinde, her türlü maddî varlığın ve
kavramın idealar dünyasında ve insan zihnindeki orijinal şekli idi. Bu
kavram, daha sonraki filozoflarda da düşünce, düşüncenin bir tipi,
doğuştan ruhumuzda veya zihnimizde var olan doğru kavramlar olarak
kullanıldı.
Platon, gerçek dünya olarak idealar dünyasını alıyordu, Varlık
dünyasındaki her şey, idealar dünyasından pay alarak maddi gerçekliğe
ulaşıyor; ama madde bozulup yok olduğu halde idealar yaşamaya devam
ediyordu.
İdea fikri, Tanrı'nın bu dünyadaki varlıkları ve oluşu yaratıp yönettiği
fikirleri olarak Ortaçağ filozoflarında da yaşadı.
Descartes, Locke ve Hume'da
ideler, varlık dünyasının insan bilincindeki doğru tasarımları idi.
İnsanların sübjektif olarak oluşturdukları tasarılara dayanan bu
idealizm, ideleri tanrısal kaynaktan ayırıp insan psikolojisine
bağlıyordu.
Ancak "idealizm" kavramı ilk kez 18. yüzyıl ortalarında Berkeley'in
felsefesini adlandırmak için kullanıldı. Berkeley, "hiç bir zaman
tasarımlarımızdan başkasını bilmediğimize göre, niçin, onların herhangi
bir şeyi temsil ettiklerini varsayıyoruz" diyordu. Herhangi bir
şeyin varlığı, onun algılanmasından ve zihinde bir tasarım olmasından
ibarettir. Bir nesnenin bilinçten bağımsız olarak varolduğunu söylemek,
boş şey söylemektir. Varlık dünyası sadece düşünüp
tasarlayabildiklerimizdir. Doğa veya evren dediğimiz şey de Tanrı'nın
algısının bütününden ibarettir.
17. yüzyıl filozoflarından Leibniz, evrenin esas ilkesi
olarak "kuvvet" kavramını kabul etmiş; evrenin, "monad" adını verdiği bu
enerji birimlerinden ibaret olduğunu savunmuştur. Sınırsız değişme
yeteneğine sahip olan bu monadlar onu idealist bir atomculuğa
götürmüştür.
İdealizmin en aşırı şekli Berkeley'de gözükse bile, idealizmi sürekli
bir felsefe okulu haline getirenler 18. yüzyılda Kant ile başlayan Alman
idealist filozoflardır.
Kant'a göre, gerçi insan zihninden ve düşüncesinden
bağımsız bir gerçek nesne dünyası vardır. Ama biz onu tam gerçek
şekliyle bilemeyiz. Biz, sadece algıladığımız şeyi biliriz. Gerçek
dünyanın da özünü (numen) algılayamayız, sadece görünüşleri (fenomen)
algılarız. Algılarken de duyu organlarımız, anlama ve değerlendirme
kategorilerimiz hem algılarımızı hem de bilgimizi düzenler. Bilgide, dış
dünya kadar insanın iç dünyası da etkili olur. Kant, gerçek dünyanın var
olduğunu kabul ediyor ama bizim onu tanımamız ve bilmemiz konusunda
oldukça idealist davranıyordu.
Fichte'ye göre, ister biçim ister içerik olsun bütün
bilgilerimiz ruhumuzdan, benliğimizden çıkar. Bütün varlık dünyası
"ben"in faaliyetinin ürünüdür. Fichte böylece Berkeley'in sübjektif
idealizmine geri gitmiştir.
Fichte'nin idealizmini "öznel" bulan Schelling, öznenin
oluşumunu nesneye, doğaya bağladı. Varlık dünyasının sadece zihinsel ve
ruhsal çaba ve kavramlarla tanınabileceği doğru idi. Ama doğa ve zihin
birdirler, doğadaki reel bilgilerle insan zihnindeki ideal bilgiler
birbiri ile uyumlu idi (bu nedenle Schelling idealizmine "realist
idealizm" denir).
Schelling çizgisinde giden Hegel, düşünce ile varlığın
aynı şey olduğunu söyler. Gerçeğe sadece düşünce ile varmak mümkündür.
Varlık dünyası da düşünme de aynı aklın bir başka şekillenmeleri olduğu
için; düşünce, dışarıdan bir desteğe veya onaya gerek duymadan, kendi
kendisini besleyerek gerçeğe ulaşır. Duyumlar bizi gerçeğe götürmekten
ziyade, gerçeğin çokluğu ve bölünmüşlüğü ile oyalanırlar.
John Locke Kimdir?
John Locke ( 29 Ağustos 1632 — 28 Ekim 1704) yılları arasında yaşamış
İngiliz filozof.
Locke 18. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir.
Düşünce hürlüğünü, eylemlerimizi akla göre düzenlemek anlayışını en
geniş ölçüde yayan ilk düşünür olduğu için Avrupa'daki aydınlanma ve
Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir.
John Locke, Bristol yakınlarında, Wrington'da doğdu. Kumaş ticareti ile
uğraşan bir aileden gelmektedir.Babası ticaretle uğraşmak yerine
noterliği tercih etmiştir, ibadetle sadelik isteyen Püriten mezhebinin
koyu bir tarafçısıydı. Locke'un daha sonra öne sürdüğü öğrenim
kuramlarında babasının büyük etkisi sezilir. Locke yüksek öğrenimini
Oxford Üniversitesi'nde yaptı, en çok tabiat bilimleriyle tıp okudu.
Hayata atıldıktan sonra hem yazar, hem de siyast adamı olarak çalıştı.
Önce Brendenbur Dükalığı'nda İngiliz elçiliği katibi olarak bulundu.
İngiltere'ye döndükten sonra da 8 yıl Shaftsbury adın bir İngiliz
aristokratının yanında özel hekimlik yaptı. 1683'te Shaftsbury'nin
Hollandaya kaçmak zorunda kalması üzerine Locke da İngiltereden ayrıldı.
Ancak 1689'da İkinci İngiliz Devrimi Başarı kazanınca İngiltereye
dönebildi.
Locke, bütün eserlerinde gelenek ve otoritenin her çeşidinden kurtulmak
gerektiğini, insan hayatına ancak aklın kılavuzluk edebileceğini ileri
sürer. Bu düşünceleriyle Liberalizm'in, tabii bir din anlaşının,
Rasyonel Pedagoji'nin öncüsü olmuştur. En önemli eserleri' An essay
Concerning Human Understanding' (İnsan Anlayış Gücü Üzerine Bir Deneme),
'Some Thoughts Concerning Education' (Eğitimle İlgili Bazı Düşünceler)dir.
Hükümet üzerine iki deneme adlı eseri vardır. Mutlakiyet yönetimlerini
ilk sarsan kişi olarak tarihe geçmiştir, mutlakiyet yönetimine açtığı
sarsıntılar sonucunda zamanla derin yarıklar oluşmuştur ve üç büyük
devrimin temelleri oluşmuştur. İngiliz, Amerikan ve Fransız
devrimlerinin temelini oluşturan filozof olarak akıllara yer etmiştir.
Doğal hukuk doktrinini savunanlardan biridir.
Lütfen Bakınız:
John Locke'un Felsefe Anlayışı
Locke’un temel eserleri, An Essay concerning Human Understanding [İnsan
Zihni Üzerine Bir Deneme] ve Two Treatises of Government [Yönetim
üzerine İki Deneme]’dir. Bilgi görüşleri: Empirist bir bilgi teorisinin
temel öğretilerini, yani zihinde doğuştan düşünceler bulunmadığı ve
bilginin deneyimden üretildiği ilkelerini mekanik bir gerçeklik
görüşüyle birleştiren John Locke modern felsefenin tavrına uygun olarak,
felsefesinde öncelikle bilgi konusunu ele almıştır. O İnsan bilgisinin
sınırlarına ve kapsamına ilişkin araştırmasında, İnsan zihninde
idelerin nasıl ortaya çıktığını araştırır. İdelerle de Locke, algı
içeriklerini, izlenimleri, tasarımları, düşünceleri, kısacası bilincin
tüm içeriklerini, insanın kendisiyle ilgili olarak bilinçli olduğu her
şeyi anlar. Ona göre, İnsan bilgi sahibi olan bir varlıktır. Başka bir
deyişle, o insan bilgisini açıklanmak durumunda olmayan, apaçık bir olgu
olarak alır.
Bilmek ise, zihinde birtakım idelere sahip olmaktan başka bir şey
değildir. Doğuştancılığa karşı çıkan Locke, İnsanın bilgiye temel olan
malzemeyi sonradan deneyim yoluyla kazandığını söyler. Onun deyimiyle
karanlık bir oda olan İnsan zihnine ışık getiren tek pencere,
deneyimdir. Bilginin kaynağı konusunda empirist olan Locke, biri dış
deneyim, diğeri de iç deneyim olmak üzere, iki tür tecrübe bulunduğunu
söyler. Bunlardan birincisinde, yani dış deneyimde, İnsan beş duyu
yoluyla dış dünyadaki şeyleri tecrübe eder; İnsan zihni, Locke’a göre,
burada tümüyle alıcı olup, pasif durumdadır. İkincisinde, yani
refleksiyon veya içebakışta ise, İnsan varlığı, kendi zihninde, kendi iç
dünyasında olup bitenleri tecrübe eder. İnsan zihnindeki tüm ideler,
işte bu iki kaynağın birinden ya da diğerinden gelir.
İnsan zihnindeki tüm ideler, İngiliz empirizminin kurucusu olan Locke’a
göre, basit ideler ve kompleks ideler olmak üzere, iki başlık altında
toplanabilir. Bu ayırım, Locke’a zihnin tümüyle pasif olduğu durumlarla
aktif olduğu durumları birbirlerinden ayırma imkanı verdiği için, önemli
bir ayırımdır. Basit ideler, dış dünyadaki cisimlerin ve onların
niteliklerinin duyu organlarımız üzerindeki etkisi sonucunda,
duyularımız aracılığıyla kazanılmış olan idelerdir. İnsan zihni bu basit
ideleri birbirleriyle çeşitli şekillerde birleştirdiği zaman kompleks
idelere sahip olur. Locke’a göre, İnsan zihni basit ideleri
biriktirdikten sonra, onları birbirlerinden ayırt eder, birbiriyle
karşılaştırır ve birbiriyle çeşitli şekillerde birleştirir. Locke,
İnsanda yeni bir ide icat etme gücü olmasa bile, İnsan zihninin kompleks
ideleri meydana getirirken tümüyle aktif durumda bulunduğunu söyler. Ona
göre, basit ideler kompleks idelerden hem psikolojik ve hem de mantıksal
bakımdan önce gelmek durumundadır.
İnsan zihni, Locke’a göre, belli şekillerde faaliyet gösterir. İnsan
zihninin bu faaliyetleri ise, sırasıyla algı, bellek, ayırt etme ve
karşılaştırma yetisi, birleştirme ve soyutlamadır. Bu yetilerden en
önemlilerinden olan birleştirme yetisi söz konusu olduğunda, İnsan zihni
sahip olduğu basit ideleri bir araya getirir ve bu ideleri birleştirerek
kompleks ideler meydana getirir. Soyutlamada ise, İnsan zihni genel
kavramları gösteren genel sözcüklere yükselir. Var olan her şey, Locke’a
göre, bireyseldir. Bununla birlikte, İnsan varlığı çocukluktan yavaş
yavaş çıkarken, İnsanlarca ve şeylerdeki ortak nitelikleri gözlemler.
Locke, bilginin söz konusu yetilerin algı yoluyla kazanılan basit
ideleri işlemesinin sonucunda ortaya çıktığını savunur. Ve bilgi,
idelerin birbirleriyle olan bağlantısına ve uyuşmasına ya da
birbirleriyle uyuşmayıp, birbirlerini kabul etmemelerine ilişkin algıdan
başka bir şey değildir. Locke’a göre, ideler arasında dört tür bağıntı
vardır ya da ideler birbirleriyle dört bakımdan uyuşur. 1- Özdeşlik, 2-
İlişki, 3- Birlikte var oluş ya da zorunlu bağıntı ve 4- Gerçek var
oluş.
Locke, özdeşlikten söz ettiği zaman, bir idenin ne olduğunun ve onun
başka idelerden olan farklılığının bilincinde olmayı anlar. Burada söz
konusu olan bilgi, her idenin kendi kendisiyle aynı olduğunu, her ne ise
o olup, tüm diğer idelerden farklı olduğunu bilmekten oluşur. Bu bilgi,
idelerimizden her birinin (örneğin, ağaç, masa, beyaz, kare, üçgen, vb.,
idelerinin) tam olarak neyi içerdiğinin ve onun farklılıklarının
(örneğin, beyazın siyah olmadığının, bir karenin daire olmadığının)
bilgisidir. Buna karşın, ilişkiden söz ederken Locke, idelerimizden
bazılarının diğer idelerle bazı bakımlardan ilişkili olduğu olgusuna
dikkat çeker. Buna göre, beyaz ve kırmızı arasında, üçgenlerle yapraklar
arasında söz konusu olmayan bir ilişki vardır; yine, bir ağaçla bir
sandalye arasında, bir doğruyla bir bulut arasında söz konusu olmayan
bir ilişki vardır.
Birlikte var oluş ya da zorunlu bağıntıdan söz ettiği zaman da, Locke
kompleks bir idenin, örneğin bir sandalye idesinin, bir sandalyeyi
düşündüğümüz zaman birlikte düşündüğümüz çok sayıda basit idenin
birleşiminden oluştuğu olgusuna dikkat çeker. Burada söz konusu olan
bilgi, belli bir kompleks ide gündeme geldiği zaman, hangi basit
idelerin söz konusu kompleks idenin ayrılmaz parçaları olduğunun
bilgisidir. Locke dördüncü kategoriye, yani gerçek varoluşa geldiği
zaman, idelerin birbirleriyle olan bağıntılarından çok, dış dünyadaki
bir şeyle olan bağıntılarının bilgisinden söz eder. Şimdiye dek olan
bilgi türleri yalnızca kavramsaldı, ilk kez bu dördüncü bilgi türüyle
var oluşla ilgili olan bir bilgiye ulaşılır. Başka bir deyişle, burada
söz konusu olan bilgi, bir ideyle uyuşanı gerçek bir varlığın
bilgisidir.
Locke bu dört bilgi türüne ek olarak, İnsan için bu bilgi türlerine
sahip olmanın üç farklı yolunun bulunduğunu söyler; bunlar sırasıyla
sezgi, kanıtlama ve duyumdur. Bilgimizin kapsamı söz konusu olduğunda,
Locke gerçek bilgiye sezgi ya da kanıtlama yoluyla ulaşıldığına inandığı
ve kanıtlama ya da sezginin kendilerine dayandığı idelere birtakım
sınırlamalar getirdiği için, bilgimizin kapsamının oldukça sınırlı
olduğunu savunmak durumunda kalmıştır. Özdeşlik ya da farklılık
bağıntısı söz konusu olduğunda, Locke’a göre, bizim tüm açık
idelerimizin kendi kendileriyle aynı ve başka idelerden farklı
olduklarına ilişkin olarak sezgisel bilgimiz vardır.
İlişki söz konusu olduğunda ise, burası bilgimizin çok büyük bir
parçasını meydana getirmekle birlikte, bu bilgi de idelerin
birbirleriyle olan ilişkileriyle ilgili kanıtlamalarla sınırlanmıştır.
İdeler arasındaki karşılıklı bağıntılara ve içerme ilişkilerine dayanan
bu bilgi, yalnızca kavramsal bir bilgidir. Bu alandaki doğrular
matematiğin doğrulanıyla, günümüzde analitik olarak doğru olduğunu
söylediğimiz önermelerden oluşur. Ancak bu doğrular, yalnızca idelerimiz
arasındaki ilişkilerle ilgili olan doğrular olduğu için, bize hiçbir
zaman idelerimizden bağımsız olarak varolan bir şeyin bilgisini
veremezler.
İdelerimizin birlikte var oluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu
bağıntıya gelince, Locke bilgimizin kapsamının burada daha da
daraldığını savunur. Biz, birçok basit idenin birlikte ortaya çıktığını,
belirli bir türden olan kompleks bir şeye ilişkin idemizin belirli basit
idelerden oluşan bir toplamı içerdiğini gözlemleyebiliniz, fakat bu
idelerin zorunlu olarak birbirlerine bağlanıp bağlanmadığını bilemeyiz.
Locke’a göre, ikincil bir nitelikle söz konusu niteliğin kendilerine
bağlı olduğu birincil nitelikler arasında, İnsan tarafından
keşfedilebilir olan zorunlu bir bağlantı yoktur. Biz bir nesnenin
şeklinden ve ebatlarından yola çıkarak, onun belli bir renge ya da tada
sahip olduğunu hiçbir zaman söyleyemeyiz.
İdelerimizin birlikte var oluşu ya da idelerimiz arasındaki zorunlu
bağlantıya ilişkin bilgimiz deneyimin kapsamına bağlı olduğundan,
idelerimiz arasındaki zorunlu bağlantıları saptarken, sezgi yoluyla da
kanıtlama yoluyla da pek ilerilere gidemeyiz. Ve doğa bilimlerinin genel
önermeleri farklı ideleri birbirlerine bağladıkları için, gerçek anlamda
genel bir bilgi olmanın çok uzağında kalır. Zira, bu bilimlerin
birbirine bağladığı ideler arasında zorunlu bir bağıntının olup
olmadığı, sezgi yoluyla da kanıtlama yoluyla da kavranamaz.
Gerçek var oluş söz konusu olduğunda, bilgimizin kapsamı daha da
daralır. Locke’a göre, biz sezgi yoluyla kesin olarak yalnızca
kendimizin var olduğunu biliriz. Kanıtlama yoluyla ise, Tanrı‘nın gerçek
var oluşunu kanıtlarız. Bir de duyusal bilgiyle, duyularımıza sunulmuş
olan nesnelerin var olduğunu biliriz. Bununla birlikte, kesin olmayan
duyusal bilgi, bize gerçek bir bilgi veremez, çünkü bu bilgi her şeyden
önce şimdi duyularımıza sunulmuş olan nesnelerle sınırlanmış olup, şimdi
ve burada mevcut olan tikel nesnelerin ötesine geçemez. İkinci olarak,
duyusal bilgi yoluyla, bizim dışımızdaki nesnelerin var olduğunu bilsek
bile, Locke’a göre, bu nesnelerin gerçek doğalarına ilişkin olarak pek
fazla bir bilgimiz olamaz.
Locke,
1. Dolayımsız olarak bilincinde olduğumuz şeylerin, nesnelerin
bizatihi kendileri değil de, zihinlerimizdeki ideler olduğunu,
2. İdelerimizin tecrübeden türetilmek durumunda olduğunu, aksi
takdirde anlamlı bir içerikten yoksun olacağını ve
3. Genel bir önermenin sezgisel bakımdan ya da kanıtlama yoluyla
kesin olmadıkça, gerçek anlamda bir bilgi olamayacağını kabul ettiği
için, bilgimizin kapsamını oldukça daraltır. O, bir empiristtir ve
dolayısıyla bilgide deneyime önem verip, empirik olmayan ilkelerden
türetilmiş mantıksal bir sistemin bize gerçekliğin resmini hiçbir
şekilde veremeyeceğini kabul eder.
Locke, bundan başka zihnimizde olan şeylerin, nesnelerin kendileri değil
de nesnelerle olan gerçek ilişkilerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz
ideler olduğunu savunduğu ve neyin bilgi sayılıp neyin bilgi
sayılamayacağı konusunda, hayli yüksek bir kesinlik ölçütü öne sürerek,
yalnızca sezgi ya da kanıtlama yoluyla elde edilen bilgiyi kesin bilgi
olarak gördüğü için, empirik ve bilimsel bilginin gerçek anlamda bilgi
olamayacağını dile getirir.
John Locke'un Din Anlayışı
Dinle bağlamında, Locke Hıristiyanlığın ahlâki boyutunu vurgulamaya özel
bir önem atfeder ve kutsal kitapta bulunan ahlak kurallarının aklın
keşfettiği kurallarla tam bir ahenk içinde olduğunu belirtir. Akılla
inanç arasındaki ilişkiler üzerinde de duran filozof, hem akıl ve hem de
vahiy yoluyla keşfedilen hakikatler bulunduğunu öne sürerken, akılla
çelişen hakikatler söz konusu olduğunda, bu doğrulanın, onların
kaynağında vahyin bulunduğu söylense bile, hiçbir şekilde kabul
edilmemesi gerektiğini savunur. Buna karşın, akılla ne örtüşen ne de
çakışan hakikatlere gelince, Locke bunların gerçek dinin özünü meydana
getirdiğini öne sürer. Fakat Locke aklın burada bile vazgeçilmez bir rol
oynadığını vurgular:, Akıl bir şeyin vahiy olup olmadığına karar vermeli
ve vahyi ifade eden sözcüklerin anlamlarını incelemelidir. Ona göre,
akıl her konuda nihai yargıç ve yol gösterici olmalıdır. O
Hıristiyanlığın özünde pek az temel ve onsuz olunamaz inanç parçası
bulunduğunu söylerken, mezhepler arasındaki çatışmalara şiddetle karşı
çıkmış ve dini hoşgörüyü engelleyecek hiçbir şey bulunmadığını
belirtmiştir. Bu bağlamda, ona göre, dinin görevi İnsan ruhunu günahtan,
kötülüklerden; hükümetin görevi ise bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet
haklarını korumaktır.
John Locke'un Din Anlayışı
Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir
filozoftur. O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler
ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak
görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme
temeline dayanması gerektiğini savunan Locke, İnsanların hukukun veya
iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları
hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğa
halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına
girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını
fazlasıyla haklı kılan. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı
ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin
haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.
John Locke'un Din Anlayışı
Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir
filozoftur. O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler
ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak
görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme
temeline dayanması gerektiğini savunan Locke, İnsanların hukukun veya
iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları
hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğa
halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına
girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını
fazlasıyla haklı kılan. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı
ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin
haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.
John Locke'un Din Anlayışı
Locke siyaset felsefesi alanındaki görüşleri bakımından da önemli bir
filozoftur. O, mutlakıyetçiliğe şiddetle karşı çıktığı ve güçler
ayrılığını hararetle savunduğu için, liberalizmin kurucusu olarak
görülmektedir. Meşruti bir monarşiden yana olan ve toplumun bir sözleşme
temeline dayanması gerektiğini savunan Locke, İnsanların hukukun veya
iktidarın sağladığı avantajlardan yoksun olarak birlikte yaşadıkları
hipotetik bir doğa hali düşüncesinden yola çıkmıştır. Böyle bir doğa
halinin dezavantajları, İnsanların hukukun ve devletin yönetimi altına
girmeleri için bileyerek ve isteyerek bir sözleşme yapmalarını
fazlasıyla haklı kılan. Toplumsal sözleşmenin amacı, düzeni ve yasayı
ihdas etmek, doğa halinin belirsizliklerini ortadan kaldırmak ve bireyin
haklarını koruyacak kurumları yaratmaktır.
John Locke
Kimdir?
SÖZLEŞME VE SİYASAL TOPLUM
A. Sözleşme
Locke’un düşünce sisteminde, önce doğal durumu bir barış ve karşılıklı
yardımlaşma durumu olarak betimlediğini, daha sonra doğal hakları
mülkiyet hakkı örneğine göre, toplumdan önce var olan haklar şeklinde
tanımladığını görüyoruz. Bundan sonra ise Locke, uygar toplumu,
üyelerinin onayından türetmeye çalışmıştır[1].
Hobbes ve Rousseau’da ve başka bazı düşünürlerde olduğu gibi, Locke’da
uygar toplumun kuruluşunu sözleşmeye dayandırmaktadır. Her ne kadar
Locke doğa durumunu bir gerçeklik olarak savunsa da[2], Hobbes ve
Rousseau’da olduğu gibi, “doğa durumu” ve “toplum sözleşmesi”
varsayımını siyaset teorisinin kuruluşunda sadece bir çıkış noktası
olarak aldığını kabul edebiliriz. Bu düşünürlerin asıl göstermek
istedikleri şey, devletin kaynağının ne olduğu sorusuna cevap bulmak
değil, devlet denilen siyasal topluluğun temelinin ne olması
gerektiğidir[3].
Doğal durumdan uygar topluma geçişin gerekçesini Locke şu şekilde ileri
sürer: İnsanlar doğa durumunda özgür ve eşit olmakla birlikte, sahip
olduğu bu hakların kullanılması güvenlikten uzaktır ve her zaman
başkalarının saldırısına uğrayabilir. Çünkü, hepsi onun kadar kral ve
hepsi ona eşittir. Üstelik, çoğunluk nesafet ve adaleti kesinlikle
tutmayanlardadır. İşte bu nedenle, sahip olduğu şeyleri dilediği gibi
kullanması oldukça belirsiz ve güvensizdir. Bu durum, insana özgür
olmasına rağmen korkular ve sürekli tehlikelerle dolu doğa durumunu
bırakmayı istetir. Bu nedenle, insanlar mülkiyetlerinin (canlarının,
özgürlüklerinin ve mallarının) korunması amacıyla, devletlerde
birleşmişler ve kendilerini yönetimlerin altına sokmuşlardır[4].
İnsanlar, siyasal toplumu kurarken, ihtiyaç duydukları için bir sözleşme
yaptılar. Bu sözleşme, devlete katılan veya onu meydana getiren kişiler
arasında yapılır ya da yapılması gerekir. Bunun için, toplumda yeterli
sayıdaki özgür insanın oybirliği gerekir. İşte bu durum, yeryüzündeki
yasal bir hükümetin başlangıcı olmuştur. Ancak, insanlar siyasal toplumu
kurarken, gereken güçleri de devrettiler[5].
Locke’a göre doğa durumunda bir kimsenin küçük eğlencelerdeki özgürlüğü
bir yana bırakılırsa iki erki vardır: Birincisi, doğa yasasının
sınırları içinde, kendisinin ve başkalarının korunmasına uygun bulduğu
her şeyi yapma erki, ikincisi ise, bu doğal yasaya karşı işlenmiş
suçları cezalandırma erki.
Birinci erki, toplumun koyduğu yasalarca düzenlemek üzere, kendisinin ve
toplumun kalanının korunmasının gerektiğini oranda bırakır. İkinci
erkini ise (cezalandırma erki) tamamiyle bırakır[6].
Locke, toplum sözleşmesini ve içeriğini (sınırlarını) bu şekilde ifade
etmekle birlikte, bu “ilk anlaşma”nın toplumun mu, yoksa yönetimin mi
ortaya çıkmasına yol açtığını açıkça belirtmemektedir. Sözleşme
teorisini oldukça dikkatli inceleyen Althusius ve Puffendorf gibi
düşünürler, iki türlü sözleşme olduğunu kabul etmişlerdi. Birincisi,
kişiler arasında yapılan ve toplumu kuran sözleşme, ikincisi ise,
topluluk ile yönetim arasında yapılan sözleşme. Locke’un da bu tutumu
kabul ettiği söylenebilirse de , biçimsel bakımdan açıklık Locke için
pek değer taşıyan bir nitelik olmadığından, iki görüş açısını yanyana
getirmekle yetinmişti[7]. Locke’un bir siyasal devrim sonunda, yönetimin
düşmesiyle, toplumun ortadan kalkmayacağını söylemesi[8], toplum ile
yönetimi aynı sözleşmeye bağlamadığı biçiminde değerlendirilmektedir[9].
B. Siyasal Toplum ve Yönetimin Amaçları
İnsanlar doğa durumunda özgür olmalarına rağmen, özgürlüğün anlamlı
olduğu, adaletin yönettiği ve mülkiyetin güvenli olduğu kabul edilebilir
bir düzen isterler. Locke’a göre insanlar, bu nedenle siyasal toplumu
kurdular. Ancak, toplum durumunda doğal yasanın zorunlulukları sona
ermez. Çünkü, yasanın amacı özgürlüğü genişletmek ve korumak olup,
yürürlükten kaldırmak ya da tatil etmek değildir. Locke, bu şekilde
sözleşmenin tabiatında olan mantığı geliştirmiştir. İnsanın mantığında
belirlediği gibi, toplumdan kastedilen, siyasal kuruluşu bir tek güce
vermek olmayıp, devletin bir canlandırıcı, etkin belirleyen
olmasıdır[10].
Doğa durumu ile siyasal ya da uygar toplumu birbirinden ayıran en önemli
fark, siyasal toplumda insanların aralarındaki anlaşmazlıkları karara
bağlamaya ve suçluları cezalandırmaya yetkili, başvuracakları ortak bir
yapılmış yasası ve yargı organı olmasıdır. Ortak bir başvurma yeri
olmayanlar ise, hala doğa durumundadır[11].
Bu nedenle, siyasal ya da uygar bir toplumdan söz edebilmek için, bir
grup insanın tamamının doğa yasasını yürütme güçlerini bırakması ve onu
kamuya vermek üzere bir toplum içinde birleşmeleri gerekir. Bu, bir grup
insanın toplumu kurmalarıyla ya da herhangi bir kimsenin kurulmuş olan
bir yönetime katılması ve onunla birleşmesiyle olur[12].
Siyasal ya da uygar toplumu, insanların ortak başvurabilecekleri bir
yeri olması olarak tanımlayan Locke, bu bağlamda mutlak krallığın
gerçekte uygar toplumla bağdaşmayacağını da açıkça ifade eder Çünkü,
mutlak krallıkta hiç kimse için açık olan bir başvurma yeri yoktur,
hakka uygun ve taraf tutmadan karar vermeye yetkili hiçbir yargıç
bulunmaz[13].
Bütün bunlardan hareketle, Locke’un genel duyarlılığının “kralların,
yanlış yönetme hakkının kutsallığı”na olan inanca isyan etmek ve
yönetimin güvene dayanan karakteri üzerinde ısrar etmek olduğu
söylenebilir. İşte bu nedenle, Locke yönetimin yönetme hakkını
insanların sadece iyiliğine ve yalnızca oybirliğine bağlı olarak,
insanların güvenlerine karşılık olarak adlandırmıştır[14].
Çünkü, Locke’a göre insanların devletlerde birleşmelerinin ve
kendilerini yönetimlerin altına sokmalarının asıl amacı mülkiyetlerinin
(canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının) korunmasıdır. Oysa, doğa
durumunda bunları sağlayacak bir çok şey eksiktir. Bunlar; tanımlanmış
olumlu bir yasa, bu yasayı tarafsız olarak uygulayacak yargıçlar ve
yargının kararlarını uygulayacak bir güçtür[15].
Siyasal toplum bunların yokluğu sebebiyle kurulmuştur. Hiçbir akıllı
yaratığın içinde bulunduğu koşulları daha kötüye götürmek için
değiştirmek isteyeceği düşünülemeyeceğinden, yönetimin genel iyiliğin
ötesinde bir etki alanının olacağı kabul edilemez. Dolayısıyla,
yönetimin bu üç aksaklığa karşı herkesin mülkiyetini koruması gerekir.
Bu nedenle, bir devletin en üstün kuvvetini (yasama) elinde tutan,
halkın bildiği yürürlükteki yasalarla ve anlaşmazlıkları karara
bağlayacak tarafsız ve dürüst yargıçlarla yönetimi sürdürmelidir.
Yönetim, topluluğun gücünü içeride bu yasaları yürütmek, dışardan
gelecek zararlara karşı da toplumu güven altına almak için kullanmak
zorundadır. Bütün bunlardan amaç barış, güvenlik ve kamu iyiliğinden
başka bir şey olmamalıdır[16].
Buradaki “kamunun iyiliği” unsuru sonraki liberal düşünürler tarafından
şiddetle eleştirilmesine rağmen, klasik liberalizmin savunduğu iç ve dış
güvenlik ile, yargı faaliyetlerini üstlenen “minimal devlet” veya “gece
bekçisi devlet”in izleri oldukça belirgindir[17].
C. Yönetimde Güçler Ayrılığı
Locke’un teorisinde siyasal toplum ve siyasal güç bir sözleşmenin sonucu
olduğu için yönetilenlerin de rızasına sahip olacaktır. Bu siyasal güç
mülkiyet hakkını korumak amacıyla kurulduğundan, bunu ortadan kaldırması
düşünülemez. Aksi durumda, siyasal otoritenin meşruiyeti ortadan
kalkacak ve halkın direnme hakkı doğacaktır. Ancak, siyasal otoritenin
rızaya dayanması, iktidarın kontrol edilebilmesi için yeterli değildir.
Bu nedenle, daha somut olarak siyasal iktidarın sınırlandırılması
gerekir ki, bunun yolu kuvvetler ayrılığının gerçekleştirilmesidir[18].
Locke’a göre bir devlette üç kuvvet bulunmaktadır. Bunlar yasama,
yürütme ve federatif güçlerdir.
Yasama gücü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun üyelerini korumak
için nasıl kullanılacağını açıklama hakkına sahiptir. Yasama gücünü
elinde bulunduranların yürütme erkini de ele geçirmeleri olasılığına
karşılık, iyi düzenlenmiş bir devlette yasama gücü, yasayı yaptıktan
sonra dağılan ve bu yasalarla kendilerinin de bağlandığı, kamu iyiliğini
gözeten çeşitli kimselere verilmelidir.
Bu şekilde yapılan yasalar sürekli bir güç taşıdıkları ve aralıksız
yürütülmeleri gerektiğinden, yürütme gücünün varlığı zorunludur. Bu
şekilde, yasama ve yürütme gücü birbirinden ayrılmış olur.
Federatif güç ise, bütün topluluk kendi dışındaki başka devlet ve
kişiler bakımından doğa durumundaki bir kurul gibi olduğundan, savaş,
barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve
topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilebilir[19].
Locke, yürütme ve federatif gücü ayrı ayrı nitelendirmekle birlikte, bu
güçlerin farklı ellerde bulunmasının zor olacağını ve böyle olmaması
gerektiği yaklaşımını sergilemektedir. Yürütme gücü yasamaya bağlıdır ve
bu gücü kullananlar yasamaya karşı sorumludur. Gerektiğinde, yasama
yürütmeye verdiği yetkileri geri alır. Yetkiler kötüye kullanılmışsa
cezalandırır. Yasama devletin üstün gücüdür. Federatif güç ise, yürütme
ve yasama güçlerine bağlı ve onların emrinde görev yapar[20].
Locke’un kuvvetler ayrılığında yasama ve yürütme güçlerini birbirinden
ayırması her iki gücün üzerlerine düşen görevleri kişi haklarına ve
yasalara uygun olarak yapmalarını sağlamak amacından
kaynaklanmaktadır[21].
[1] SABİNE, a.g.e., s.218.
[2] Bkz. LOCKE, a.g.e., s.127-28.
[3] Münci KAPNİ, Politika Bilimine Giriş, 6.Bası, Bilgi Yayınevi,
Ankara 1992, s.38. Aynı yönde bkz., Mustafa ERDOĞAN, Liberal Toplum
Liberal Siyaset, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1993, s. 8,21.
[4] LOCKE, a.g.e., s.184.
[5] LOCKE, a.g.e., s.170.
[6] LOCKE, a.g.e., s.185-86
[7] SABİNE, a.g.e., s.219.
[8] Bkz. LOCKE, a.g.e., s.246-47.
[9] AKIN, a.g.e., s.134.
[10] R.M. MacIVER, The Modern State, Oxford University Press,
1966, s.442.
[11] LOCKE, a.g.e., s.163.
[12] LOCKE, a.g.e., s.164.
[13] LOCKE, a.g.e., s.165.
[14] Mac IVER, a.g.e., s.436.
[15] LOCKE, a.g.e., s.184-85.
[16] LOCKE, a.g.e., s.186.
[17] YAYLA, a.g.e., s.46.
[18] YAYLA, a.g.e., s.46.
[19] LOCKE, a.g.e., s.194-95.
[20] LOCKE, a.g.e., s.198-99.
[21] AKIN, a.g.e., s.139.
John Locke'un Ahlaksal ve Siyasi Görüşleri
Locke, Denemeler’in 3. kitabında ahlakın da matematik gibi tanıtlanmaya elverişli
olduğunu savunur. Çünkü ahlaksal sözcüklerin karşılık geldikleri şeylerin gerçek
özleri tam olarak bilinebilir. Böylece kesin bilgi, yani şeylerin kendilerindeki uyuşma
ve uyuşmama elde edilebilir (Locke, 1996: 292). Locke, tanımların ahlaksal konuşmayı
açık kılacağına inandığı için ahlaksal sözcüklerin kesin anlamlarını belirlemenin
yolunun bu terimlerin tanımlarını yapmak olduğunu söyler. Böylece sözcüklerin
anlamları tartışmasız bir açıklık kazanacaktır. Bu alandaki tüm belirsizlikler
bu işin yapılmamış olmasındandır. Oysa etik önermeler yanlış ya da oransız olmaları
olanaksız olan etik ideler üzerinedir. Demek ki ahlaksal iyi alandaki en temel
sözcük ‘iyi’dir ve herkes bunun ne anlama geldiğini bilir: İyi ve kötü, haz ve
acıdan ya da bizde haz ve acıya yol açan şeyden başka bir şey değildir. Demek ki
ahlaksal iyi ve kötü de istençli eylemlerimizin etik yasalarla uyuşup uyuşmamasından
başkası değildir. Locke üç çeşit yasadan söz eder: 1. Kutsal yasa, 2. yurttaşlık
yasası, 3. Ahlak yasası. Sorun, bunlar arasındaki ilişkinin ne olduğudur.
Ahlak alanındaki
belirsizlikler, ancak,
ahlaksal sözcüklerin karşılık
geldikleri şeylerin özü tam
olarak bilindiği, ahlaksal
sözcükler kesin tanımlara
kavuşturulduğunda mümkün
olur.
Locke’a göre üç çeşit yasa
vardır: Kutsal Yasa,
Yurttaşlık Yasası ve Ahlak
Yasası.
Kutsal Yasa:
Locke, Tanrı’nın yasa koyma hakkı olduğunu savunur. Ona göre,
Tanrı eylemlerimizi iyiye yöneltecek kadar iyi ve bilgedir ve öteki
dünyada vereceği ödül ve cezalarla bunu sağlayacak kadar güçlüdür.
İnsanlar günah ve sevap
olarak Tanrı’dan mutluluk mu mutsuzluk mu geleceğine eylemlerini bu
yasayla ölçüştürerek
karar verirler. II Yurttaşlık Yasası: Toplum içinde yaşadığımıza göre
öteki
insanlarla ilişkiler açısından suçluluk ve suçsuzluğun ölçüsü
yurttaşlık
yasasıdır. İnsanların eylemlerinin suç olup olmadığını saptamak üzere
bunların karşılaştırıldığı bir başka yasa türüdür. Buradaki iyi ve
kötü,
yasaya uyup uymadığımıza göre yargıç kararıyla gelen iyi ya da kötüye
haz ya da acıya ödül ve ceza denir.
Ahlak Yasası: Buna düşünce ve saygınlık yasası da denebilir. Burada
yasayı belirleyen
‘erdem’ ve ‘kötülük’ terimleridir. Tüm toplumlarda erdem ve kötülük
adlarının beğenilen ve beğenilmeyen eylemlere verildiğini
görebilmekteyiz. İnsanlar
beğenilen ve övülen erdemlere erdem, beğenilmeyen ve yerilen eylemlere
de kötülük
gözüyle bakarlar. Erdem ya da kötülük olduğu söylenen şeylerin ölçütü
açık
ya da örtük bir uzlaşmayla yerleşmiş olan onaylama ya da beğenmeme, övme
ya
da yermedir. Erdem her yerde övülmeye değer görülen şeydir. Kötülük de
her yerde
yerilmeyle birlikte giden şeydir. Şu halde ahlak yasasının yaptırım gücü
övme
ve yermedir. Gerçekte ötekilere göre en etkili olan bu yasadır. İnsanlar
yerilmek
yerine kendilerine iyi ün sağlayacak işler yapmak, bir başka deyişle
beğenilmek ve
övülmek isterler. Ahlak, eylemlerimizin bu etik kurallarla bağıntısını
dile getiren
bir terimdir.
Lütfen Bakınız:
Doğa Durumu
Hükümet Üzerine İkinci Deneme’de Locke, tıpkı Hobbes gibi, politik
kuramına bir doğal durum betimlemesiyle başlar. Buna göre doğa durumu,
Hobbes’un öne sürdüğü gibi “herkesin herkese karşı savaşı” değil, bir
özgürlük durumudur ama bu durumu yöneten bir doğal yasa da vardır. Bu
yasa aklın yasasıdır ve insanın yeryüzünde eşit ve bağımsız olduğunu,
kimsenin bir başkasının yaşamına, sağlığına, özgürlük ve kazanımlarına
zarar vermemesi gerektiğini öğretir. İnsanlar doğaları gereği etik
yasayı ve kutsal yasayı keşfetme ve buna göre davranma yeteneğine
sahiptirler. İnsan kendisini saldırılara karşı savunabilir ve kişisel
kararına dayalı olarak saldırganları cezalandırabilir ama bu durum
yaşamını ve özgürlüğünü koruma hakkından doğar. İnsan bu eylemi
kendisini sürekli bir yargıç olarak görmeksizin, doğal ahlak yasası
gereği gerçekleştirir. Locke’un öngördüğü doğa durumunda bireyin değeri,
onun Tanrı’nın bir yaratığı olarak sahip olduğu yaşama hak ve özgürlüğü,
akıl yasası olarak tüm insanlar tarafından algılanıp kabul edilir; şu
halde özü ahlaksal ve Tanrısal olan doğa yasası, insanların doğal hak ve
ödevlerini onlara aklı n sesi olarak duyurmaktadır. Locke’a göre
insanların doğuştan sahip oldukları doğal haklar, kendini koruma ve
yaşamını savunma hakkı, özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır.
İnsanların doğuştan sahip oldukları haklar kendini koruma, yaşamını
savunma, özgürlük ve mülkiyet hakkıdır.
Locke’a göre birincil doğal hak insanın kendini koruma ve yaşama hakkı
olduğu için bu amaç uğruna gerekli olan şeylere de hakkı vardır. Tanrı
insanlara toprağı ve yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak olan her şeyi
vermiştir. Bu nedenle üzerindeki ve içindeki şeyler açısından olmasa da,
toprağın kendisi açısından insanları n özel mülkiyetinin olması Tanrının
istenci ile uyumludur. Özel mülkiyet için birincil hakkı oluşturan şey
emektir; doğa durumunda bir insanın emeği kendisinindir ve “emeğini
karıştırarak kökensel durumundan uzaklaştırdığı her şey de onun
olmaktadır.” Örneğin meyve ağaçtayken herkesindir ama toplanan meyve
toplayanındır. Çünkü onlara emeğini katmış ve onları ortak mülkiyet
durumundan uzaklaştırmıştır. Toprak için de durum böyledir: Bir kişi
korudaki ağaçları kesip temizler ve açılan alanı sabanla sürdükten sonra
oraya tohum atarsa, o toprak da, alı- nacak ürün de onundur. Çünkü bu
işe emeğini katmıştır. Kuşkusuz bu betimleme doğa durumu için
geçerlidir. Yurttaş toplumu durumunda özel mülkiyetin ve emeğin
düzenlenmesi farklı koşullarda ve yurttaşlık yasalarına göre düzenlenip
korunur. Locke’a göre insan iki hakla doğar: Birincisi öz varlığına bir
özgürlük hakkı, ikincisi, kardeşleri ile birlikte babasının mülklerini
miras alma hakkıdır. Çünkü doğa durumunda aile doğal toplumdur ve
babaların çocuklarını geçindirmek gibi bir ödevleri vardır.
Toplumsal Sözleşme Nedir?
Locke’a göre, insanlar doğa durumunda da aile ve topluluklar halinde
yaşarlar. Birbirlerinden bağımsız olsalar da, olgusal yaşamda hak ve
özgürlüklerini korumaları kolay değildir çünkü ortak ahlaksal yasaya
boyun eğme yükümlülükleri olsa da herkesin olgusal olarak bu yasaya
boyun eğdiği sonucu çıkmaz. Öyleyse hak ve özgürlüklerin etkili bir
biçimde korunabilmesi için örgütlü bir toplum oluşturmak gerekir. Bu da
bir toplum sözleşmesinden geçer, yani doğal yasayı tanımlayacak ve
çekişmeleri bir karara bağlayacak yazılı bir yasanın olması şarttır.
Doğa durumunda insanların kendilerini savunmaları, haksızlıkları
cezalandırmaları her zaman olanaklı olmayabilir. Bu nedenle çabucak
örgütlü bir topluma doğru itilirler. Şu halde insanların devlet
kurmalarının ve kendilerini hükümet altına koymalarının temel amacı
mülkiyetlerinin korunmasıdır. Fakat insanlar doğal olarak özgür, eşit ve
bağımsız oldukları için kimse öz onayı olmaksızın başkasının politik
gücüne uyruk edilemez. Birinin kendini doğal özgürlüğünden sıyırıp
yurttaş toplumunun bağlarını üstlenmesinin biricik nedeni başka
insanlarla anlaşarak onların arasında rahatlık, güvenlik ve barış içinde
yaşama ve mülkiyet olanaklarından yararlanma hakkına kavuşmaktır. Bu
durumda, insanların politik bir toplum oluşturmak için bir araya
geldiklerinde vazgeçtikleri şey, doğa durumunda kendilerine ait olduğu
biçimiyle, kendi yasama ve yürütme güçleridir. “Çünkü ortak yarar için
gereken türde yasaları yapma konusunda toplumu ya da daha doğrusu belli
bir yasama gücünü yetkili kılmakta ve bu yasaları yürürlüğe koyma,
çiğnendiklerinde ceza uygulama gücünü topluma bırakmaktadır” (Copleston,
1991: 186). Bu şekilde doğa durumundaki özgürlüğünü sınırlamış
olmaktadır. Ama insanlar bu güçlerinden, daha da güvenlikli bir ortamda
özgürlüklerinden yararlanabilmek için vazgeçmektedirler. Çünkü hiçbir
insan durumunun daha da kötüye gideceğini düşünerek sözleşme yapmaz.
Locke’a göre insanlar, devretmeleri gereken hak ve yetkileri, toplumun
çoğunluğuna devredecek biçimde sözleşme yapmalıdırlar. Sözleşme bireyin,
çoğunluğun istencine boyun eğmesini gerektiren bir sözleşme olmalıdır:
ya tüm bireyleri tek tek ikna etmeli ki bu pek çok durumda mümkün
değildir ya da çoğunluğun istenci üstün gelmelidir. Locke, çoğunluğun
topluluğu temsil etme hakkının kendiliğinden açık olduğunu düşünüyordu.
Ona göre mutlak monarşi, yurttaş toplumu ile bağdaşmaz bir yapıdadır ve
yurttaş hükümeti biçimi olamaz. Locke’un açıklamalarından Hobbes’dan
farklı olarak birbirini izleyen iki sözleşme fikri doğar. Öncelikle doğa
durumundan çıkarak yurttaş toplumuna geçmek için bireysel istençlerini
toplumun istencine bağlamaları ve toplumun tüm olarak yönetimde
bulunmasının olanaksızlığı nedeniyle yönetim erkini çoğunluğun istencine
bırakmaları dır. Bu şekilde kurulan hükümet yurttaş toplumunun temel hak
ve özgürlüklerini korumak, toplumun refahı için her yönden çalışmak
zorundadır. Eğer hükumet asli görevlerini yerine getiremezse toplum
tarafından düşürülüp yerine yenisi getirilir. Bu çoğunluk idaresinde en
yüksek egemen güç, yasama erkidir. Çıkarılan yasaları uygulamak yürütme
erkine, anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer. Yasama erki
değiştirilirse hükümet de değiştirilmiş sayılır. Görüldüğü gibi,
Locke’un yönetim modelinde en yüksek egemen güç Hobbes’daki gibi mutlak
monarkın istenci değil, yasanın gücüdür.
Doğa Durumu
Hükümet Üzerine İkinci Deneme’de Locke, tıpkı Hobbes gibi, politik
kuramına bir doğal durum betimlemesiyle başlar. Buna göre doğa durumu,
Hobbes’un öne sürdüğü gibi “herkesin herkese karşı savaşı” değil, bir
özgürlük durumudur ama bu durumu yöneten bir doğal yasa da vardır. Bu
yasa aklın yasasıdır ve insanın yeryüzünde eşit ve bağımsız olduğunu,
kimsenin bir başkasının yaşamına, sağlığına, özgürlük ve kazanımlarına
zarar vermemesi gerektiğini öğretir. İnsanlar doğaları gereği etik
yasayı ve kutsal yasayı keşfetme ve buna göre davranma yeteneğine
sahiptirler. İnsan kendisini saldırılara karşı savunabilir ve kişisel
kararına dayalı olarak saldırganları cezalandırabilir ama bu durum
yaşamını ve özgürlüğünü koruma hakkından doğar. İnsan bu eylemi
kendisini sürekli bir yargıç olarak görmeksizin, doğal ahlak yasası
gereği gerçekleştirir. Locke’un öngördüğü doğa durumunda bireyin değeri,
onun Tanrı’nın bir yaratığı olarak sahip olduğu yaşama hak ve özgürlüğü,
akıl yasası olarak tüm insanlar tarafından algılanıp kabul edilir; şu
halde özü ahlaksal ve Tanrısal olan doğa yasası, insanların doğal hak ve
ödevlerini onlara aklı n sesi olarak duyurmaktadır. Locke’a göre
insanların doğuştan sahip oldukları doğal haklar, kendini koruma ve
yaşamını savunma hakkı, özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır.
İnsanların doğuştan sahip oldukları haklar kendini koruma, yaşamını
savunma, özgürlük ve mülkiyet hakkıdır.
Locke’a göre birincil doğal hak insanın kendini koruma ve yaşama hakkı
olduğu için bu amaç uğruna gerekli olan şeylere de hakkı vardır. Tanrı
insanlara toprağı ve yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak olan her şeyi
vermiştir. Bu nedenle üzerindeki ve içindeki şeyler açısından olmasa da,
toprağın kendisi açısından insanları n özel mülkiyetinin olması Tanrının
istenci ile uyumludur. Özel mülkiyet için birincil hakkı oluşturan şey
emektir; doğa durumunda bir insanın emeği kendisinindir ve “emeğini
karıştırarak kökensel durumundan uzaklaştırdığı her şey de onun
olmaktadır.” Örneğin meyve ağaçtayken herkesindir ama toplanan meyve
toplayanındır. Çünkü onlara emeğini katmış ve onları ortak mülkiyet
durumundan uzaklaştırmıştır. Toprak için de durum böyledir: Bir kişi
korudaki ağaçları kesip temizler ve açılan alanı sabanla sürdükten sonra
oraya tohum atarsa, o toprak da, alı- nacak ürün de onundur. Çünkü bu
işe emeğini katmıştır. Kuşkusuz bu betimleme doğa durumu için
geçerlidir. Yurttaş toplumu durumunda özel mülkiyetin ve emeğin
düzenlenmesi farklı koşullarda ve yurttaşlık yasalarına göre düzenlenip
korunur. Locke’a göre insan iki hakla doğar: Birincisi öz varlığına bir
özgürlük hakkı, ikincisi, kardeşleri ile birlikte babasının mülklerini
miras alma hakkıdır. Çünkü doğa durumunda aile doğal toplumdur ve
babaların çocuklarını geçindirmek gibi bir ödevleri vardır.
John Locke
Kimdir?
MÜLKİYET ANLAYIŞI
Locke’un düşüncesinin temelini oluşturan şeyin mülkiyet olduğu
görülmektedir. Çünkü, mülkiyeti oldukça geniş bir anlamda kullanmıştır.
“Locke, mülkiyet anlamına gelen property ve estate sözcüklerini
kullanır. Property sözcüğü ile mülkiyetin yanı sıra yaşam ve özgürlüğü
de içerecek, bir insanın sahip olduğu geniş anlamda mülkiyeti dile
getirir. Estate’i ise, bildiğimiz dar anlamda mülkiyet için
kullanır”[1].
Hoşgörü Üstüne Bir Mektup adlı eserinde Locke mülkiyeti en geniş anlamda
tanımlamaktadır. O’na göre devlet, insanların sadece kendi sivil
çıkarlarını tedarik etmek, korumak ve geliştirmek için oluşturulmuş bir
insan toplumudur. Bu sivil çıkarlar “hayat, özgürlük, sağlık ve bedenin
dinlenmesi; ve para, araziler, evler, eşyalar ve benzeri gibi dışsal
şeylerin mülkiyetidir”[2].
Yine, Locke mülkiyeti Two Treatises Of Government adlı eserinde mülkiyet
“genel adı” altında topladıklarının insanların “canlarının,
özgürlüklerinin ve mallarının” olduğunu ifade etmektedir[3].
Görüldüğü üzere Locke’un düşüncesince yaşam, özgürlük ve mal sahipliği
birbirinden ayrılmaz bir bütündür ve genel olarak mülkiyet kavramı ile
açıklanmaktadır. Bununla birlikte, Locke’un felsefesini analiz eden
çalışmalarda, mülkiyetin günlük kullanımındaki anlamının ön plana
çıkarıldığı görülmektedir[4].
Bunun yanısıra Locke mülkiyet hakkının çalışmayla kazanılacağına
inanmaktadır. O’na göre, yeryüzü Tanrının insanlara ortaklaşa
yararlanmaları için sunduğu bir nimettir. Akıllı bir yaratık olan insan,
bu nimeti çalışması ile işler, üretir ve kendi emeğiyle doğadan söküp
aldığı bu nimet de onun malı olur. Mülkiyetin gerçek kaynağı
insanoğlunun çabası olup, mal edinme konusunda çalışmanın dışında
herhangi bir sözleşmenin, yasanın ya da otoritenin sözü geçemez[5].
Locke, insanın emeği geçen şeyler üzerinde, etrafını çevirdiği ve
sürdüğü toprak üstünde olduğu gibi, doğal bir hakkı olacağını ileri
sürmüştür. Özel mülkiyet, insanın emeğiyle, kendi kişiliğini üretilen
nesneye yaydığı için doğmuştur. İnsan, üretilen nesneye kendi gücünü
harcamakla onları kendisinin bir bölümü durumuna getirir. Bunların
yararlıkları da, genel olarak üzerlerine harcanan emek ile
orantılıdır[6]. Diğer yandan, insan yaşamak için bunu yapmak zorundadır.
Bunun için, başkalarının rızasına gerek yoktur. Çünkü, öbür insanların
rızalarını beklemeye koyulan, muhtemelen hiçbir zaman ortaya çıkmayacak
bir ortak rızayı beklerken hayatını kaybederdi.
Toparlanacak olursa, doğa durumunda insanın mülkiyet hakkının iki yerden
kaynaklandığı ortaya çıkar: 1) Emeğini, dolayısıyla kendisinin bir
parçasını nesneye katmasından, 2) Yaşamak için sahip olmak zorunda
olmasından. Birincisi açısından mülkiyet, herkesin aynı şeyi yapmaya
hakkı olduğundan bir nevi sözleşmeye dayanan haktır. İkincisi bakımından
ise, insan doğasından kaynaklandığı için, doğal bir haktır[7].
“Locke, mülkiyet hakkının sınırını da belirtmeye çalışmıştır. Toprağı
insanoğluna veren Tanrı olduğuna göre, mülkiyet hakkı kutsaldır. Kimse
kimsenin toprağına, mülküne el uzatamaz. Ne var ki, toprağı veren Tanrı,
bu nimetten herkesin yararlanmasını da istediği için, ihtiyacını
karşılayacak kadar mülk edinmek de her insanın hakkıdır. Şu halde, her
insanın mülkiyet hakkı, öteki insanların mülkiyet hakkıyla
sınırlanmıştır. Toplumdan önce var olan bu hakkı korumak, toplum
yasalarına düşer. Siyasal iktidar, mülk sahiplerinin mülk sahiplerine
verdiği bir yetkedir”[8].
Locke’un mülkiyet anlayışı üzerine farklı görüşlere rastlamaktayız.
Bunun nedeni, mülkiyet kavramına verdiği anlam ve önemden
kaynaklanmaktadır. Örneğin, Russell Locke’un mülkiyet anlayışının bazen
uygulanabilirliği olmadığı, bazen eksik olduğu, bazen de yanlış örnekler
üzerine temellendirildiği gibi eleştiriler ileri sürmektedir. Üstelik
Russell’a göre “Locke’un mülkiyet hakkındaki görüşleri üzerine
söylenenlerden, onun toplumda üstün olan kapitalistlerce şampiyon ilan
edildiği; ve bu şampiyonluğun, hem kapitalistlere göre, toplum alanında
üstün hem de aşağı düzeyde olanlara karşı kazanılmış olduğu
düşünülebilirdi. Bu tam doğru bir düşünce olurdu”[9].
Buna karşılık Sartori’nin ifade ettiği gibi günümüzde dahi birçok yazar
liberalizmi ekonomik liberizm ile karıştırmaktadır. Bu liberalizme karşı
büyük bir haksızlıktır. Birçok liberal düşünür gibi Locke’da bir laisses
faire ekonomisi kuramcısı değildi. Bu düşünürlere göre liberalizm hukuk
devleti ve anayasal devlet demekti. Üstelik özgürlük ekonomide serbest
ticaret hele hele en güçlünün yaşayabilmesi demek olmayıp siyasal
özgürlük demekti[10].
Sonuçta, Locke’un formülasyonu Barry’nin ifade ettiği gibi “büyük ölçüde
mülkiyetin birik(tiril)mesine ilişkin saf ahlaki teorilerin hareket
noktası olmuştur. Çünkü bu formülasyon devlet gibi ayrıcalıklı kurumlar
için mülkiyet hakları keşfeden kurallara bireyci karşı çıkışın da
temelini oluşturur. Ancak bu anlayış çağdaş dünyada pek fazla
uygulanabilirliğe sahip görünmeyebilir, çünkü Locke’un esas olarak
hakkında konuştuğu şey –yani toprak/arazi- bireysel sahiplenme için çok
uzun zamandır sözkonusu değildir. Yine de, mülkiyet başka biçimlerde her
zaman yaratılmaktadır ve böyle durumlarda bir tür Lockeçu mantığın
pekala bir yeri olabilir”[11].
[1] Alaeddin ŞENEL, Siyasal Düşünceler Tarihi, Sevinç Matbaası,
Ankara 1982, s.444-45.
[2] John LOCKE, Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, Çev.Melih YÜRÜŞEN,
Siyasal Kitabevi, Ankara 1995, s.7.
[3] LOCKE, Two Treatises Of Government, s.184.
[4] YAYLA, a.g.e., s.34.
[5] AKIN, a.g.e., s.131.
[6] George SABİNE, Siyasal Düşünceler Tarihi II, Çev. Alp Öktem,
Türk Siyasi İlimler Derneği Yayını, Ankara 1969, s.214.
[7] YAYLA, a.g.e., s.40.
[8] AKIN, a.g.e., s.131-32.
[9] RUSSELL, , a.g.e., s. 614-17.
[10] Giovanni SARTORİ, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş , Çev.
Tunçer Karamustafaoğlu-Mehmet Turhan, Türk Demokrasi Vakfı Yayını,
Ankara, 1993, s. 405.
[11] Norman BARRY, Komünizm Sonrası Dönemde Klasik Liberalizm ,
Çev. Mustafa Erdoğan, LDT Yayınları, Ankara, 1997, s. 91.
John Locke
Kimdir?
YASAMA GÜCÜ
A. Yasamanın Kaynağı
Locke’un yasama gücünü, devlet gücünün topluluğu ve bu topluluğun
üyelerini korumak için nasıl kullanılacağını açıklama hakkına sahip güç
olarak tanımladığını yukarıda belirtmiştik. Bu yasama gücü nasıl ortaya
çıkar ve kaynağı nedir?
Locke’a göre devlet, topluluğun üyelerinden herhangi birisine dışarıdan
bir başkasının verdiği zararı bir cezalandırma gücüdür. Bu, aynı zamanda
savaş ve barış yapma gücüdür. Yine devlet, topluluğun üyelerinin
arasında işlenmiş olan çeşitli suçlara hangi uygun cezanın verileceğini
saptamak konusunda bir güçle ortaya çıkar. İşte bu güç, yasama gücüdür.
Yasama gücünün ortaya çıkması toplumun üyelerinin tamamının mülkiyetini
olabildiğince korumak içindir. Ancak, unutulmaması gereken, uygar
topluma giren ve herhangi bir devletin üyesi olan herkesin, doğa
yasasına karşı işlenmiş suçları cezalandırma güçlerini bırakmış
olduklarıdır. Dolayısıyla da, suçları yargılama yetkisini yasama
organına vermişlerdir. Yasama organı, gerçekte topluluğun kendisi ya da
temsilcileri tarafından yapılmıştır. Bunun anlamı, devletin yargılarının
aslında kendi yargıları olmasıdır ve bu nedenle, kendi gücünü kullanması
konusunda devlete dilediği zaman kullanacağı bir hak vermiş olmasıdır.
İşte, yasama gücünün (ve aynı zamanda yürütme gücünün) kaynağı
buradadır[1].
İnsanlar siyasal toplumu kurduklarında barış ve güvenlik içinde
mülkiyetlerinin zevkine varmak isterler. Bunun için de, toplumda
yasaların yapılmasını sağlayacak en büyük aygıt ve araçlara ihtiyaç
vardır. İşte, bu bütün devletlerin ilk ve temel pozitif yasası olup,
aynı zamanda yasama gücünü kurmaktadır. Bu, toplumun, toplumdaki her bir
kişinin ve kamu iyiliğinin korunması için yasamanın kendisini de yöneten
ilk ve temel doğal yasa gibidir[2].
Locke, yasama gücünün, aynı zamanda da yürütme gücünün kaynağını halka
indirgemektedir. Bunun anlamı, iktidarın kaynağının bireylerin
iradelerinin dışında aranamayacağıdır. Dolayısıyla, başta monarşiler
olmak üzere, siyasal iktidarların kaynağına ilişkin olarak o zamana
değin kabul edilen meşruluk anlayışını reddetmektedir. Bir diğer
ifadeyle, Locke siyasal toplumun doğuşunu özgür insanların istek ve
iradelerine dayandırmakta, dolayısıyla da meşru bir yönetimin doğuş
biçimini buna bağlamaktadır[3].
B. Yasamanın Niteliği, Kapsamı ve Sınırları
Hayek, liberalizmin tarihiyle aynı olan anayasacılığın tarihini, en
azından Locke’dan bu yana egemenliğin pozitivist anlaşılış biçimine ve
onun müttefiki olan kadiri mutlak devlet anlayışına karşı mücadelenin
tarihi olarak nitelemektedir[4]. Bu ifadelerin kökeninde yatan durum
ise, Locke’un yasama gücüyle ilgili görüşleridir.
Locke’a göre yasama gücü sadece devletin üstün gücü değildir. Aynı
zamanda, topluluğun ellerinde kutsal ve değiştirilmez bir yere sahiptir.
Yasama gücü, toplum kurulurken, toplumu rızalarıyla kuranların
oluşturdukları otoriteye ait olup, başka hiçbir kimseye ya da güce ait
değildir. Meşru otorite toplum kurulurken bu gücü kullanma yetkisinin
verildiği organdır.
İnsanlar bir merasimle topluma bağlanırken, topluma karşı itaat borcu
altına girmişlerdir. Bunu ifaya sadece toplumun kuruluşunda
kararlaştırılan ve yasalar tarafından açıklanan üstün güç zorlayabilir.
Ne herhangi bir yemin, ne herhangi bir yabancı güç ya da toplumdaki
herhangi bir tali güç üyelerin güvenliğine uygun olarak kurulan yasamaya
itaatten toplumun hiçbir üyesini ayıramaz. Toplumdaki üstün olmayan
herhangi bir güce bağlanan birisinin durumu ciddiye alınmaz. Her
toplumdaki üstün güç olan yasama gücü bir ya da daha fazla kişiye süreli
ya da süresiz olarak verilebilir[5].
Yasama gücünü bu şekilde niteleyen Locke, yasamanın sınırlı bir güç
olduğunu “Hoşgörü Üzerine Bir Mektup” adlı eserinde şu şekilde ifade
etmektedir: “İnsanlar... malvarlıklarını korumak amacıyla, karşılıklı
yardımlaşmalarını sağlayan toplumlara girmelerine rağmen, ya kendi
vatandaşlarının yağmacılığı ve hilekarlığı veya yabancıların düşmanca
şiddeti nedeniyle bunları kaybedebilirler. Bunlara engel olmanın çaresi
(dış güçlere karşı) silahlar, zenginlik ve kabalık bir vatandaş
topluluğu; (iç tehlikelere karşı) ise kanunlardır. Bütün bunların
yükümlülüğü ise, toplum tarafından sivil yönetime verilmiştir. Bu
esastır, bu kullanma hakkıdır her devlette ki (en yüksek dereceli) güç
olan kanun koyucu gücün sınırlarını teşkil ederler”[6].
Locke, yasama gücünün sınırsız bir iktidar olmadığını çok açık ve kesin
olarak ifade etmekle kalmaz yasamanın keyfiliğine karşılık dört
sınırlamayı da açıkça belirtir.
İlk olarak, yasama halkın yaşamı ve malı üzerinde dilediği şeyi yapamaz.
Doğa durumunda hiç kimsenin başkasının canı, malı ve özgürlüğü üzerinde
ihtiyari bir gücü yoktur. Bu nedenle, siyasal topluma geçilirken,
kimsenin sahip olmadığı böyle bir ihtiyari gücü yasa yapıcılarına
vermeleri söz konusu değildir. Dolayısıyla, yasama gücü insanların
siyasal toplumu kurarken sahip oldukları hak ve yetkilerle sınırlıdır.
En büyük sınır ise, kamu iyiliğidir. Yasamanın görevi insanların
canlarını, özgürlüklerini ve mülkiyetlerini korumak olduğuna göre, bu
amaçla kurulan yasamanın kişileri köleleştirme, yoksullaştırma hakkına
sahip olması mümkün değildir. Doğa yasasının zorunlulukları toplum
halinde bitmez. Doğa yasası bütün insanların sonsuza dek ayakta kalacak
kurallarıdır. Üstelik doğa yasasının temeli insanlığın korunması
olduğuna göre, yasa yapıcılar doğa yasasına uygun kurallar yapmak
durumundadır[7].
İkinci olarak, yasama irticalen alınan ihtiyari kararlar ile bir güç
kullanamaz. Yasama, sabit yasalarca yetkilendirilmiş yargıçlar eliyle ve
buyruk altındaki hakları yürürlüğe koyarak, adalet dağıtmakla
sınırlıdır. Doğa yasası, insanların tutkuları yüzünden yanlış
kullanılabilir ve yargının kurulmadığı yerde insanları yanlışlıklarına
ikna edebilmek kolay değildir. Yasama gücünün sözcüsü, uygulayıcısı ve
özellikle her bir yerdeki yargıcı insanların yaşamlarının bağlı olduğu
mülkiyetlerini ve haklarını sınırlamak suretiyle hizmet edemez. Oysa
asıl amacı hizmet etmektir. Üstelik insanlar doğa durumundan topluma
geçerken barış, huzur ve mülkiyetlerinin korunması için duydukları aynı
şüphe ile kendilerini yöneteceğini düşünerek yasama gücünü topluma
koymuşlardır[8].
Üçüncüsü, yasama insanların izni olmadan onların mülkiyetinin hiçbir
parçasını alamaz. İnsanlar topluma girerlerken mülkiyetlerinin
korunmasını amaçladılar. Yönetimin de amacı budur[9]. Bununla birlikte,
yönetimlerin giderleri vardır ve bunların karşılanması için insanlar
varlıklarından bir oranı, bunların korunmasının karşılığı olarak
ödemelidirler. Bu olmaksızın yönetimler ayakta kalamazlar. Fakat bu
kendilerinin ya da seçtikleri temsilcilerinin iznine bağlı olarak
gerçekleştirir. İnsanların izni olmaksızın, hiç kimse halkın vergisini
zorla alamaz. Aksi halde, mülkiyetin temel yasasına saldırılmış
olur[10].
Dördüncü ve son olarak da, yasama yasa yapma gücünü başkasına
devredemez. Çünkü, yalnızca halk yasama gücünü kullanacakları belirleme
hakkına sahiptir[11].
Her devlette, bütün yönetim biçimlerinde yasamanın sınırları bunlardır.
Bu, doğa ve Tanrı yasası olup topluma koyulmuştur. İnsanlar, aralarında
ayırım yapılmadan yürürlüğe konan yasalarla yönetilir. Bu yasaların
amacı halkın iyiliği olmalıdır. Mülkiyetten vergi alınması halkın
doğrudan ya da temsilcilerinin iznine bağlıdır. Yasama, yasa yapma
gücünü başkasına devredemez ve bu gücü belirleme yetkisi halka
aittir[12].
Locke yasama gücünü böylece ifade etmek suretiyle, yasa koyucunun
sınırsız gücü olmadığını, aksine yasama yetkisinin belirli bir tarzda
hareket etme yetkisi olduğunu savunmaktadır. Yasama yetkisini elinde
bulunduranlar, sadece genel kurallar yapmalıdırlar[13]. Locke’un bu
savunusu özellikle İngiliz İç Savaşı sırasında parlamentonun yetkilerini
kötüye kullanmasından ötürüdür. Parlamentonun bu tutumu, eski Whiglerin
onsekizinci yüzyıla kadarki doktrini olan yasama meclislerinin de
sınırlamaya tabi tutulması anlayışını doğurmuştur. Bu görüşün en meşhur
ifadesini ise, Locke yukarıda ifade edilen görüşleriyle dile
getirmiştir. O’na göre yasama gücü belirli bir şekilde hareket eden
otorite olup, belirli durumlarda değiştirilemeyecek ve ilan edilmiş
yerleşik kanunlarla yönetmelidirler[14].
C. Yönetim Biçimleri-Yasama İlişkisi
Locke’a göre, toplumda insanların üzerinde ilk birleştiği şey,
topluluğun bütün gücüne çoğunluğun sahip olduğudur. Topluluk için
yasalar yapıldığında bu gücün tamamı kullanılabilir ve onların atadığı
memurlar tarafından bu yasalar yürütülür. Yönetimin bu biçimi tam bir
demokrasidir.
Eğer seçilen birkaç kişi ve onların varisleri veya haleflerinin ellerine
yasaları yapma gücü verilmiş ise, bir oligarşidir; ya da bir kişinin
eline bırakılmış ise, bu bir monarşidir; eğer ona ve varislerine aitse
bir ırsi monarşi; eğer kayd-ı hayat şartıyla olup ölümü üzerine bir
halef atama gücü halka geri dönerse bir seçimli monarşi söz konusudur.
İnsanlar iyiyi düşündüğünden, topluluk bundan dolayı, yönetim
biçimlerini karıştırmak ve birleştirmek suretiyle karma bir yönetim
biçimini de belirleyebilir.
Eğer yasama gücü çoğunluk tarafından ilk olarak bir veya birkaç kişiye
yaşamları boyunca verilmiş ise ya da sınırlı bir zaman için verilmişse,
bundan sonra üstün güç tekrar insanlara döner. Bu şekilde geri
döndüğünde topluluk istediğine yeniden bu gücü verebilir ve böylece yeni
bir yönetim biçimi kurulabilir. Bundan sonra yönetim biçimi, yasama
gücünün görevlendirilmesiyle bağlanır. İkinci derecede bir gücün bunu
tasarlaması imkansız olup üstün yasa yapıcıdan daha yüksek herhangi bir
emretme yetkisi yoktur. Bundan dolayı devlet biçimini bu şekilde
belirleyen yasa yapıcı güçtür[15].
Görüldüğü üzere, Locke yönetim biçimlerini belirlerken, kriter olarak
yasama gücünü kullanan kişi ya da kişileri ele almaktadır[16]. Böylece,
siyasal sistemin odağına siyasal toplumu oluşturan bireylerin ya
kendilerinin ya da temsilcilerinin oluşturduğu yasama gücünü oturtmakta,
mutlak monarşinin meşruluk temellerini reddetmektedir.
Bununla birlikte, demokratik yönetimin işleyişinde çoğunluk kuralı
eleştirilmiştir. Russell’a göre, Locke’un uygar toplum daha büyük bir
saygının gerekli olmadığı konusunda uzlaşmadıkça çoğunluk kuralı
geçerledir yaklaşımı görünüşte demokratiktir. Çünkü, Locke kadınları ve
yoksulları yurttaşlık hakları dışında bırakmıştır[17]. Dahl’da bir
bakıma Locke’un yurttaşlık bakımından sınırlı bir kategorik
nitelendirmede bulunmakla, demosa üye olmak bakımından kategorik ve
nitelendirilmemiş bir hakka sahip olduğu yolundaki kendi görüşünü, bunun
gerçekten kendi görüşü olması koşuluyla torpillemiş olacağını ifade
etmektedir[18]. Bunlara rağmen, Locke’un yurttaşların onayına dayanan
bir yasama ve yürütme gücünü öngörmesi her şeyden demokratiktir ve
sınırlı yurttaşlık haklarının ortadan kaldırılması için henüz çok
erkendir.
[1] LOCKE, a.g.e., s.163-64.
[2] LOCKE, a.g.e., s.188.
[3] Ayferi GÖZE, Siyasal Düşünceler Ve Yönetimler, 3.Bası, Bete Basım
Yayım Dağıtım, İstanbul, 1986, s.157.
[4] Friedrich A. HAYEK, Kanun, Yasama Faaliyeti Ve Özgürlük (Sosyal
Adalet Serabı), Çev. Mustafa Erdoğan, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1995, s.92.
[5] LOCKE, a.g.e., s.188-89.
[6] LOCKE, Hoşgörü Üzerine Bir Mektup, s.42.
[7] LOCKE, Two Treatises Of Government, s.189-90.
[8] LOCKE, a.g.e., s.190.
[9] LOCKE, a.g.e., s.190-91.
[10] LOCKE, a.g.e., s.193. “Mülkiyet hakkının Locke bakımından ne kadar
önemli olduğunu anlamak için, İngiliz Devrimi’nin bir bakıma bu yüzden
patlak verdiğini unutmamalıyız. Gerçekten de, Kral I. Charles,
Parlamentonun iznini almadan vergi koyunca İngiliz halkı bu işlemi
özgürlüğüne, mülkiyet hakkına bir saldırı saymıştı”. AKIN, a.g.e.,
s.131.
[11] LOCKE, a.g.e., s.193.
[12] LOCKE, a.g.e., s.194.
[13] HAYEK, a.g.e., s.81.
[14] Friedrich A. HAYEK, Hukuk, Yasama Ve Özgürlük (Özgür Bir Toplumun
Siyasi Düzeni), Çev.Mehmet Öz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
1997, s33.
[15] LOCKE, a.g.e., s.186-87.
[16] GÖZE, a.g.e., s.158.
[17] RUSSELL, a.g.e., s.605.
[18] DAHL, a.g.e., s.155.
John Locke'un Bilgi ve Dil Anlayışı
Modern çağda empirizmin gerçek kurucusu John Locke’tur (1632-1704).
Toplumsal
ve politik görüşleriyle Avrupa’daki aydınlanmanın öncüsü olmuş, temel
hak ve özgürlükleri,
akla dayalı yaşam biçimini savunarak kendi çağı için eğitici bir rol
oynamıştır. 1632’de İngiltere’de, Bristol yakınlarında doğdu. Püriten
bir ailede büyüdü.
Klasik bir eğitimin ardından Oxford’da yüksek eğitim aldı. Yunanca,
Retorik ve Ahlak
Felsefesi konularında hocalık yaptı. Aristoteles mantığı ve metafiziği
üzerine çalışırken Skolastik düşünceden rahatsızlık duymaya başladı. Bu
alanı bulanık terimler
ve yararsız sorular içinde yolunu şaşırmış olarak görüyordu. Bu arada
Descartes’ı
n yapıtlarından etkilendi ve bu etki sonucu açık ve düzenli düşünmenin
felsefede
de mümkün olabileceğini düşünmeye başladı. Robert Boyle ile tanıştıktan
sonra
doğal bilim konularına da yöneldi. Tıp eğitimi alarak pratisyen doktor
oldu. Shaftesbury
kontunun tıp danışmanlığını yaptı. 1675 yılında gittiği Fransa’da
Kartezyenlerle
ve karşıtlarıyla tanıştı. Kartezyen karşıtı Gassendi’den etkilendi.
İngiltere’ye döndüğünde yeniden Shaftesbury’nin hizmetine girdi ama bu
kişinin siyasi konumu nedeniyle
kendisini politik sorunlar içinde buldu. Sonraki yaşamı politik
çalkantılarla
geçti. Önemli yapıtlarını bu dönemde verdi. 1704’te Essex’de öldü. Her
alanda deneyimden
yana, sağduyulu bir tutum takındı. Bilginin duyu algılarına dayandığını
kabul etmekle birlikte köktenci bir deneyimci-empirist olmadı. Toplumsal
ve politik
konularda ise tüm inançların aklın denetiminden geçirilmesini savunarak
ussalcı bir
tutum takındı. Hangi alanda olursa olsun baskıcı otoriteye karşı çıkmış,
hoşgörüyü
savunmuş, tanrısal vahyi yadsımasa da eylem bakımından ılımlı bir
dindarlığı yeğlemiştir.
Başyapıtı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme 1790 yılında yayımlanmıştır.
Öteki
önemli yapıtları: Sivil Hükumet Üzerine İki İnceleme, Eğitim Üzerine
Düşünceler,
Hıristiyanlığın Usa Uygunluğu ve Hoşgörü Üzerine Mektup’tur.
Locke her şeyden önce epistemoloji alanına yaptığı katkılarla tanınır.
Bu alandaki
temel yapıtı İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’dir. Locke yapıtın
önsözünde
metafizik meseleleri tartışmadan önce insan zihninin anlama yetisinin
sınırlarının
belirlenmesi gerektiğini savunur. “Bu yapıt insan bilgisinin kökeni,
kesinliği ve genişliği üzerine bir araştırmadır: Anlığın (understanding)
objelerin kavramlarına
nasıl ulaştığını açıklamadır; bilgimizin kesinlik derecesini
belirlemedir. Sanma ile
bilme arasındaki sınırları aramadır.”
Locke’ın temel amacı,
metafizik meseleleri
tartışmadan önce zihnin
anlama yetisinin sınırlarını
belirlemekti.
Lütfen Bakınız:
John Locke'un Doğuştan İdeler Eleştirisi
Deneme’nin 1. kitabında Descartes ve Leibniz’in bilgi kuramlarında
önemli yeri olan
“doğuştan ideler” kuramı eleştirilir. Locke, bilginin duyu deneyimiyle
başladığını savunan
biri olarak aklın doğuştan idelerle donatılı olduğu fikrine karşı
çıkmıştır. Locke’a
göre bu idelerin başında, “a, a’dır” ve “hem a, hem -a olamaz” gibi
temel mantık ilkeleri gelir. Locke bu ilkeleri tüm insanların aynı
şekilde bilmediğini, örneğin
çocukların ve budalaların bunlardan habersiz olduklarını söyler. Demek
ki bunlar
doğuştan herkeste bulunamazlar. Bu ilkeleri bilmek için ruhta bir
yatkınlık olduğu
söylenirse böyle bir yatkınlığın bütün bilgiler için geçerli olduğu
söylenebilir: Küçük
bir çocuk çelişmezlik ilkesini öğrenmeden önce acıyı tatlıdan, sarıyı
maviden
ayırt etmeyi öğrenir. Ruhta kuramsal ilkeler olmadığı gibi, bu tarz
pratik ilkeler de
olamaz. Tüm insanların onayladıkları öne sürülen ahlaksal ilkelere
gelince... Genel
hukuk ve sözleşmelere uyma ilkeleri genel kabul gören ilkelerdir ama
alışkanlıkla
bu ilkeleri çiğneyenlerin, onları doğuştan ilkeler olarak kazanmış
olduklarına inanmak güçtür. “Verilen söz neden tutulmalı” sorusuna bir
Hristiyan “Tanrı böyle buyurmuş”
diyecek, Hobbesçular “toplumun böyle istediğini” söyleyecektir (Gökberk,
1998: 296). Bunlar insan ruhunda doğuştan aynı şekilde bulunsaydı böyle
farklı şekilde
gerekçelendirilirler miydi? Locke’a göre erdemin genel onaylanışı,
doğuştanlığından değil yararlılığındandır. Gerek kişilerin gerek
toplumların pratik ilkeleri farklı
dır ve bunların doğuştan olduğunu gösteren bir belirti yoktur. Sonuçta
tüm ahlak
ilkeleri temellendirilmeye muhtaçtır. İdeler doğuştan değilse onların
oluşturduğu ilkeler
de doğuştan olamaz. İnsanlar sadece açlık, sıcaklık ve kimi acı
duyumlarıyla
birlikte dünyaya gelirler ve bu duyumlar da birer ide değil, yaşam boyu
eylemlerimizin
yönünü belirleyen temel uyarımlardır. Tanrı idesi de doğuştan değildir.
Tüm
topluluklarda Tanrı idesinin bulunduğu inancı temelsizdir çünkü bu yönde
bir kanı
t yoktur. Farklı insanlarda Tanrı idesi farklıdır ve hatta bazı
insanlarda hiç bulunmaz.
Şu halde tüm bu ide ve ilkelerin hangi kaynaktan geldiğini göstermek
gerekir.
İdelerimizin Kaynakları Nelerdir?
Locke Denemeler’in 2. kitabına “ideler düşüncenin nesneleridir”
sözüyle başlar.
“Herkes düşündüğünün ve düşündüğü sırada zihninin uğraştığı şeyin ide
olduğunun
bilincinde olduğuna göre insanların zihinlerinde ‘aklık,’ ‘düşünme,’
‘devim,’
‘fil,’ ‘ordu,’ ‘karanlık’ gibi sözcüklerin anlattığı türden idelerin
bulunduğu kuşkusuzdur:
ilk araştırılması gereken şey insanların bunları nasıl edindiğidir”
(Locke,
1996: 85). Locke insan zihnini öncelikle üzerine hiçbir şey yazılmamış
beyaz kâğıt
(tabula rasa) kabul eder. Bu kâğıt deneyim (experience) yoluyla dolmaya
başlar.
Deneyimin yolu duyumlardan ve iç algı denen düşünümden geçer. Bütün
ideler
duyumdan ya da düşünümden gelirler. Duyularımız önce duyulur tikel
nesnelere
yönelir ve bu nesnelerin etkisi sonucu zihne bunların seçik algıları
iletilmiş olur.
Böylece sarı, sıcak, sert, acı, tatlı ideleriyle, duyulur nitelikler
dediğimiz öteki niteliklerin
ideleri edinilmiş olur. ‹delerimizin çoğu duyular yoluyla kazanıldığı
için
Locke bu kaynağı duyum (sensation) olarak adlandırır. ‹delerimizin öteki
kaynağı
ise zihnimizin işlemleridir: Zihnimiz duyular yoluyla kazandığımız
ideler üzerinde
çalışıp onları algılar. Böylece nesnelerden edinemeyeceğimiz başka bir
ideler kategorisi
sağlarız: Bunlar algılama, düşünme, inanma, usavurma, bilme, isteme gibi
zihinsel edimlerdir. Bilinçlerine varmak suretiyle bunlardan da seçik
ideler elde
ederiz. Bunlara da düşünüm denir. Çünkü bu kaynağın sağladığı ideleri
zihin yalnızca kendi iç işlemleri üzerinde düşünerek edinir.
Şu halde duyumun nesneleri
olan dışsal maddesel şeylerle, düşünümün nesneleri olan zihnimizin kendi
içindeki
işlemleri idelerimizin kendiliğinden devinime geçen biricik
kaynaklarıdır. Locke
zihnin iç işlemleri derken, herhangi bir düşünceden çıkan kıvanç ya da
sıkıntı gibi
coşkuları da anlamak gerektiğini söyler. Zihnimizin tüm içeriği ya
duyumdan ya
düşünümden gelir ve düşünüm daima duyumdan sonradır. Önce duyular
yoluyla
dış dünyadaki nesnelerden sağlanan ideler algılanır, sonra zihin
bunların üzerinde
düşünür. Yani zihinde, daha önce duyulardan geçmemiş hiçbir şey
bulunmaz.
Zihin başlangıçta boş bir
levhadır (tabula rasa). Bu
boş levha duyusal deneyim
yoluyla dolmaya başlar ve
her tür bilgi bu
deneyimlerden doğar.
Zihinde, daha önce
duyulardan geçmemiş hiçbir
içerik yoktur.
İdelerimizin Türleri Nelerdir?
Basit İdeler:
İdelerimizin bir bölümü basit, bir bölümü karmaşıktır. Basit
ideler de
kendi aralarında dış duyumun ideleri ve iç duyumun (düşünümün) ideleri
olarak
ayrımlaşır. Dış duyumun basit ideleri gözle algılanan aydınlık,
dokunmayla algılanan sertlik gibi basit idelerdir. Bunlar tek duyumdan
elde edilirler. Locke birkaç
duyu ile oluşan uzay, uzam, biçim, devinim gibi basit dış duyum
idelerinden de
söz eder. Bunlar hem göz, hem dokunma ile beyne ulaşan idelerdir. Basit
ideler
bilgimizin ilk ve yalın materyalini oluştururlar. Zihnimiz bunları
doğrudan oluşturur
çünkü bunları, yapısındaki alırlık sayesinde edilgin biçimde edinir.
Zihnin, algı
ve istek türünden edimleri ise, iç duyum, yani düşünüm yoluyla elde
edilen basit
idelerdir. Hem dış, hem iç duyumun basit idelerinin başındaysa haz ve
acı gelir.
Güç, varoluş, birlik gibi idelerde de duyum ve düşünüm birlikte iş
başındadır.
İdeler zihinde işleme girip düşünümün konusu olunca yalınlıklarını büyük
ölçüde
yitirip karmaşık (ya da bileşik) idelere dönüşürler.
İdeler basit ve karmaşık
olmak üzere ikiye ayrılır.
Basit ideler de kendi
içlerinde dış duyumun ve iç
duyumun ideleri olmak üzere
ikiye ayrılırlar.
Karmaşık İdeler:
Bu ideler zihin tarafından edilgin biçimde alınmazlar. Zihin bunları
basit idelerden, kendi etkinliğiyle oluşturur ve bu etkinlik üç
türlüdür: İdeleri birleştirmek, birbiriyle kaynaştırmadan yan yana
getirmek ve soyutlamak. Böylece (1) Birçok basit ideyi bir birleşik
idede birleştirir. Örneğin beyazlık, katılık, tatlılık ve biçim
ideleri
birleştirerek kesme şeker idesini oluşturur. (2) “Basit ya da karmaşık
iki ideyi alıp onları tek idede birleştirmeksizin birlikte bir
görünüşlerini elde edecek şekilde yan yana getirir. Zihin bütün
bağıntı
idelerini bu yoldan edinir” (Locke, 1998: 123). Örneğin nedensellik
ilişkisi bu şekilde oluşur; bir şey bir şeyin nedeni ya da etkisidir
(3)
Soyutlama edimi ile nesnelerin bazı nitelikleri onlardan çekip
çıkarılır, yani soyutlanır ve soyutlananlar birleştirilerek ‘insan,’
‘bitki’ gibi tümel kavramlar oluşturulur. Zihnin bu yollarla basit
ideler üzerinde yaptığı işlemler farklı ide grupları oluşturur. Locke
bunları kipler, cisimler-tözler ve bağıntılar olarak gruplar.
Cisim ve Töz İdeleri: Birleştirici edim sonucu yalın ideler birbirleriyle kaynaşarak
bir cisim idesi ortaya koyarlar. Örneğin beyazlık, katılık, yuvarlaklık, soğukluk
ve devinim ideleri kaynaşarak kartopu idesini oluşturur. Kartopu idesini ortaya
koyan ideler gerçekte bu cismin nitelikleridir. Locke cisim idesinin oluşmasına
yol açan bu nitelikleri birincil ve ikincil diye ikiye ayırır. Birincil nitelikler, cismin
uğradığı bütün başkalaşımlara rağmen onda daima varlıklarını sürdüren niteliklerdir.
Örneğin bir buğday tanesi kaç parçaya bölünürse bölünsün bir katılığı, uzamı,
biçimi, boyutu, devingenliği olacaktır. Bunlar birincil niteliklerdir. (Locke, 1996:
105-106). İkincil niteliklerse cisimlerin kendilerinde bulunmazlar. Cisimlerin birincil
niteliklerinin devinimleri sonucu bizde oluşan renk, ses, tat gibi duyumlar ikincil
niteliklerdir. İkincil nitelikler açısından cisimlerin kendilerinde bizim idelerimize
benzeyen bir şey yoktur. Onlarda bulunan yalnızca bizdeki duyumları üreten
güçlerdir. Bizde ürettiklerine göre alev, sıcak ve aydınlık; kesme şeker, beyaz ve
tatlı olarak belirlenmiştir. Bu nitelikler, genellikle bizde ürettikleri idelere benzermiş
gibi düşünülür. Oysa bunlar nesnelerin birincil nitelikleriyle yine nesnede bulunan
güç ilişkilerinin beynimizi etkilemesi sonucu zihinde oluşan izlenimlerden
başka bir şey değildir.
Yalın ideler birleştirici edim
sayesinde bir araya gelerek
cisim idesini meydana
getirir. Yalın ideler böylece
cismin nitelikleri olurlar ve
Locke bu nitelikleri birincil
ve ikincil diye ikiye ayırır.
Bu noktada töz idesinin açıklanması önemlidir. Töz idesi, var
olduklarını gördüğümüz ve kendilerini taşıyan bir şey olmadan var
olamayacaklarına inandığımız
nitelikleri taşıdığı varsayılan, bilinemez bir şeydir. Bu taşıyıcılık
niteliğini imlemek
üzere kendisine töz denir. Birincil ve ikincil niteliklerin taşıyıcısı
olan töz, bunlara
indirgenemez. Katılık ve yer kaplama da birincil nitelikler olduklarına
göre bunlara
da indirgenemez. O halde töz nedir, yeri neresidir? Locke, tözün
‘bilinmeyen bir
şey’ olduğunu söyler. Bizde tözün bulanık ve göreli bir idesi oluştuktan
sonra tözlerin
özel türlerinin idelerini ediniriz. Bu deneyle ve insan duyumlarının
gözlemlenmesiyle
hep birlikte bulundukları saptanan ve bu yüzden de özdeğin içsel
yapısından ve bilinmeyen özünden geldiği varsayılan basit ide
bileşimlerinin toplanmasıyla olur. İnsan, at, su gibi idelere böyle
varırız. Demek ki niteliklerin taşıyıcı-
sı olan bir töz kabul edilse de, bunun tam bilgisinin edinilemeyeceği
savunulmaktadır. Bu bilinemezlik özdeksel tözün sonraki bazı
düşünürlerce hepten reddedilmesine
yol açmıştır.
Locke, töz olarak cisimsel tözlerin dışında beden idesi kadar tin
idesini de kabul
eder. Zihnin düşünme, uslamlama, korkma gibi edimleri kendi başlarına
var
olamayacaklarına göre bunları taşıyacak bir töz de olmalıdır. Bu töz
beden olamayacağına
göre bunların taşıyıcısı ‘tin’ denen tözden başkası olamaz. Zihinsel
edimlerin taşıyıcısı olan bir tinsel töz kabul etmek zorunluysa da,
bunu
da özü itibariyle asla tam olarak bilemeyiz. Tinin birincil ideleri
düşünme ve devindiriciliktir. Düşünme ve istenç ya da bedeni düşünce
ile
devinime geçirme gücü ve bundan doğan özgürlük birincildir. Cisim
kendindeki devinim gücünü itki yoluyla temas ettiği cisimlere nasıl
geçiriyorsa, zihin de cisimleri kendi isteğine göre devinime sokar
ya da devinimden alıkoyar. Cisimlerde itki yoluyla devinimin iletilme
gücü varken
zihinde düşünce yoluyla devinim üretme gücü vardır. Tek tek tinlerin
karmaşık
idelerini düşünümden elde ettiğimiz basit idelerin birleştirilmesi
yoluyla elde ederiz.
Örneğin kendi deneyimimizden varoluş, süre bilgi, güç, hoşlanma,
mutluluk
gibi ideleri edinmiş olduğumuz için bunları birleştirerek tek bir tinsel
töze yükleyebiliriz.
Bu tür yetkinlik idelerini bizdeki sonsuzluk idesiyle genişlettikten
sonra
bir araya getirerek Tanrı denen karmaşık ideyi kurmuş oluruz.
Moduslar (Kipler): Locke, nasıl birleştirilirlerse birleştirilsinler
kendi
başlarına var olmaları olası olmayan, cisimlere bağımlı olan veya
onların etkileri olarak
düşünülen ideleri kip başlığı altında toplar. Bunların özelliği kendi
başlarına varoluşları
olmaması, salt cisimlerin ya da tözlerin varlığına bağımlı olarak varlık
kazanan
ideler olmalarıdır. Uzay ve Uzam; Uzay idesinin hem görme, hem
dokunmayla
ilgili olduğu söylenmişti. Uzay, sadece iki cisim arasındaki uzunluk
olarak
ele alınırsa uzaklık olur. Uzunluk, genişlik ve derinlik olarak ele
alındığında hacim-
boyut (kapasite) olur. Uzam ise her türden ele alınışta uygulanır.
Sınırsızlık;
Uzamdaki her uzaklık idesi uzamın basit bir kipidir: Örneğin, metre,
santimetre
gibi. Bunları birbirlerine ekleyerek uzay idelerini istediğimiz kadar
genişletebiliriz.
Bu sınırsız ekleme ve genişletme gücü, bize sınırsızlık idesini verir.
Süre, Zaman
ve Sonsuzluk; Bize ardışıklık ilkesini sağlayan şey zihnimizde sürekli
birbirini
izleyen bir ideler dizisi üzerinde yaptığımız düşünümdür. Bu
ardışıklığın bölümlerine
ya da zihnimizdeki herhangi iki idenin görünüşleri arasındaki uzaklığa
süre deriz. Zaman ise ölçülerle belirlenmiş süredir. Süre idesini edinen
zihnin yapacağı
ilk şey, değişik süre uzunluklarının ölçülmesini ve içinde birçok
şeylerin
yer aldığı düzenin görülmesini sağlayacak bir ölçüsünü bulmaktır. Çünkü
bu olmadan
bilgilerimizin çoğu bulanık kalır ve tarihin büyük bölümü tümüyle
yarasız
olur. Zaman adını almaya en uygun şey belli dönemlere göre saptanıp ölçü
ve dilimlere
göre belirlenmiş süredir (Locke, 1996: 138). Eşit ölçülmüş zaman
sürelerini
istediğimiz sayıda birbirine sınırsızca ekleyerek sonsuzluk idesini elde
ederiz.
Sayı; Locke’a göre en basit ve evrensel ide sayıdır. Bu idede hiçbir
değişiklik ya
da bileşiklik izi yoktur. zihnimizdeki her ide, her düşünce bu ideyi de
birlikte getirir.
Bu yüzden en evrensel idedir. Varolan ya da düşünülen her şeyin bir
sayısı
vardır. Bir birim idesini zihnimizde yineleyerek ve bu yinelemeleri
birbirine ekleyerek
sayı kiplerinin karmaşık idelerini elde ederiz. Bu şekilde bire bir
ekleyerek
iki ya da çift karmaşık idesini on iki birimi birbirine ekleyerek,
‘düzine’ idesini elde
ederiz. Sayılardaki tanıtlamalar en kesin olanlardır çünkü sayılardaki
değişiklikler uzam değişikliklerine göre daha açık ve sağındır. Zihin,
bizce ölçülebilen ve
başlıcaları uzam ve süre olan her şeyi ölçmede sayıyı kullanır.
Sonsuzluk idesi de
uzam ve süreye uygulandığında bile yalnızca sayı sonsuzluğu olarak
görünür. Sayıların düzenli olarak toplanabilirliği-birbirine
eklenebilirliği bize sonsuzluğun en
açık ve seçik idesini vermektedir.
Düşünümün (rerfleksiyonun) Kipleri: Zihin kendi içinde akıp giden eylemlerini
gözlemlediğinde ilk ortaya çıkan şey düşünmedir. Düşünmede çeşitli değişimler
meydana gelir ve böylece farklı kipleşmeler ortaya çıkar. Bir dışsal nesnenin
bedende yarattığı her izlenimle birlikte giden ve ona eklenen algılama, düşünmenin
bütün öteki kiplerinden seçik olarak zihne duyum dediğimiz seçik ideyi
sağlar. Aynı ide dışsal duyu üzerinde benzer nesnenin bir işlemi olmadan zihinde
yeniden ortaya çıkarsa buna da anımsama denir. Eğer anımsanan şey uzun süre
dikkatli inceleme altında tutulursa buna içgözlem (içebakış) denir. İdeler zihnimizde
zihnin düşünümü ya da bakışı olmadan dalgalanırsa buna düşlem denir. İdeler
ayırt edilmiş ve sanki belleğe işlenmişlerse bu da dikkat denen şeydir. Zihnin bir
ideyi seçip ona yoğunlaşması dikkatini yoğunlaştırma ya da irdeleme durumudur.
Duyum ve Düşünümün Birlikte Elde Ettiği İdeler: Bunların en başında haz
ve acı gelir. Bedendeki duyumların ya kendi başına ya da acı ya da hazla birlikte
oluşu gibi zihnin düşünce ya da algısı da ya kendi başınadır ya da haz ya da acıyla
birliktedir. Bunlar da öteki yalın ideler gibi tanımlanamazlar. Bunları tanımanın
yolu da sadece deneyimdir. Haz ve acı bazen bedendeki bazen zihinsel düşüncelerdeki
düzensizlikten doğan zihnin değişik durumlarıdır. İyi ve kötü de haz ve
acının ifadeleridir. Bizde haz doğuran şeye iyi, acı doğuran şeye kötü deriz. İyi ve
kötü, tutkularımızın üzerinde döndüğü ana eksenlerdir. Sevgi, nefret, sevinç, korku
vb tutku türleri içinde yer alırlar. Bunların hepsi düşünümün kipleridirler.
Bağıntı İdeleri: Zihnin, cisimlerin kendilerinden edindiği basit ya
da karmaşık
idelerden başka bir de o şeyleri ölçüştürerek oluşturduğu, yani
aralarında ilişki
oluşturulan ya da ilişkili olduğu görülen ideler vardır. Varlıklar
birbirleriyle bir şekilde
ilişkili ise bu ilişkinin ya da bağıntının idesinin olması doğaldır.
Bağıntı idelerinde,
ideler birbirleriyle kaynaşmadan yan yana konmuşlardır ve bu yan
yanalıktan yeni bir ide doğmaktadır. Nedensellik idesi bu türden bir
idedir. Ayrıca bazı
ideler ötekilerle bağlılaşım içindedir. Örneğin baba ve oğul, neden ve
etki gibi.
Locke’a göre idelerden sınırsız sayıda başka ide türetilebilir. Çünkü
saltık görünen
pek çok terim anlam olarak bağıntı içerir; anne, kardeş, dost, patron,
Avrupalı v.b.
pek çok kavram buna örnektir. Bağıntı bir şeyin, kendi dışındaki bir
şeyle birlikte
düşünülmesi olduğuna göre bağıntı terimleri zihni adın belirlediği
öznenin ötesine
yöneltir. Bağıntı idelerinin en önemlileri neden ve etkidir. fieylerin
sürekli değişiminde
birçok tikel nitelik ve cismin ortaya çıktığı, bunların, varoluşlarını
başka bir
varlığın etkisine borçlu olduğu görülür. Bu gözlemden neden ve etki
ideleri doğar.
Bir yalın ya da karmaşık ide üreten şeye neden, üretilen şeye etki adını
veririz
(Locke, 1996: 188). Bağıntılar içinde zaman, yer ve uzam bağıntıları da
önemli yer
tutar. Oran bağıntıları, doğal bağıntılar, kurumlaşmış bağıntılar, ahlak
ilkeleri gibi
şeyler de bağıntı ideleri arasındadır.
John Locke'un Dil Anlayışı
Denemeler’in 3. Kitabı dil ve sözcükler üzerinedir. Locke’a göre
Tanrı insanı toplumsal
bir varlık olarak yaratmış ve bunun için ona dili vermiştir. İnsan diğer
canlılarda bulunmayan sesler çıkarır ve bu sesleri idelerinin
imleri-sembolleri yapar.
İnsan, düzenli sesler olan sözcükleri zihninde bulunan idelerin
sembolleri olarak kullanır. Sonra bu sembolleri öteki insanların
idelerinin yerine kullanır. Nihayet
bunları nesnelerin sembolleri olarak kullanır. Bu şekilde sözcükler
aracılığıyla öteki
insanlarla iletişim sağlanır.
Sözcüklerin büyük bölümü geneldir. Binlerce tikeli tek tek adlandırmak
imkânsı
z olduğu için bu genellik kaçınılmazdır. Genel bir terim, birbirine
benzeyen varlıkların her birinde, kendine özel olanları bir tarafa
bırakıp tümünde ortak olan
şeyleri birleştirmek suretiyle zihinde oluşturulan genel ya da tümel
ideye verilen
addır. İnsan, hayvan, bitki gibi genel cins ve tür adları bu şekilde
üretilirler. Bunlar
zihnimizde önce tümel bir kavram olarak oluşurlar sonra bu kavram ya da
ideye
bir ad verilerek genel terim oluşturulur. Felsefede tümeller bahsindeki
bu anlayışa kavramcılık (konseptüalizm) denilir. Locke’a göre bu genel
terimler soyutturlar.
Bunlar zihinsel varlıklardır; bu nedenle, bunlara dış dünyada bir tek
somut varlı
k cinsinden bir karşılık aramak boşunadır. Yani genellik ve tümellik
hangi alanda
olursa olsun, salt düşünme yetimizin ürünüdür. Bu şekilde cins ve tür
terimleri
elde edilir: Bu terimler anlama yetisinin ürünü olmakla birlikte,
bunların temellerinde
şeylerin benzerlikleri vardır. Bunlar birbirine benzeyen şeylerin gerçek
özünü
oluştururlar ve bu soyut ideler birbirine benzeyen şeylerin oluşturduğu
cins ve
türlerin özünü oluştururlar. Bu özler var edilemez ve bozulmazlar; çünkü
türlerin
bireyleri gelip geçici de olsa bu soyut özler varolmaya devam ederler.
Daha sonra
bu soyut ideler varoluşları bakımından Berkeley tarafından şiddetle
eleştirilecektir.
John Locke'ta Bilginin Neliği Problemi
Denemeler’in 4. kitabında bilgi ve kanı konusu ele alınır. Bilgi
genel hatlarıyla irdelenip
tanımlanır ve bilgi türleri verilir. Locke’a göre bilgi de idelerarası
ilişkilerden doğar: “Bilgi iki ide arasındaki bağlantı ve uyuşmanın ya
da uyuşmama ve karşıtlığın algılanmasıdır. Bu türden bir algının
bulunduğu yerde bilgi vardır, bulunmadığı yerde
imgeleyecek, varsayacak inanacak bir şeyler bulsak da bilgi bulamayız”
(Locke, 1996.
299). Bu uyuşma ya da uyuşmama konusunu dört başlıkta incelenir: 1.
Özdeşlik ya da
başkalık, 2. Bağıntı, 3. Birlikte varoluş ya da zorunlu bağlantı, 4.
Gerçek varoluş.
Locke’a göre bilgi, iki ide
arasındaki bağlantı ve
uyuşmanın ya da çatışma ve
uyuşmamanın
algılanmasıdır. Bu uyuşma
ya da uyuşmama dört
başlıkta incelenir:
1. Özdeşlik ya da başkalık,
2. Bağıntı, 3. Birlikte varoluş
ya da zorunlu bağlantı,
4. Gerçek varoluş.
Özdeşlik ya da başkalık: Zihnin ideler üzerinde yaptığı ilk edim onları algılamaktı
r; böylece aralarındaki ayrım algılanmış olur. Bu olmadıkça bilgi, uslamlama
ya da herhangi bir seçik ide söz konusu olmaz. Zihin her idenin öncelikle kendisiyle
uyuştuğunu, seçik idelerin birbirleriyle uyuşmadığını kavrar: Böylece bir kimse
sarı ve üçgen dediği ideleri edinir edinmez, sarının kırmızı değil, sarı olduğunu,
üçgenin kare değil, üçgen olduğunu bilir. Zihin burada mantığın şu iki kuralına
göre işlem yapar: Bir şey ne ise odur. Aynı şeyin hem olması hem olmaması olanaksızdır.
Şu halde, “beyaz beyazdır. Beyaz siyah değildir. En kesin ama en heyecansı
z bilgi türü ile karşı karşıya olduğumuz açıktır.
Bağıntı: Zihin ideler arasındaki bağıntıları da algılamaya yetilidir.
İdelerimiz
arasında hiçbir bağıntı algılayamazsak somut bir bilgi edinmemiz zor
olurdu. Örneğin “paralel çizgiler arasında bulunan eşit tabanlı iki
üçgen eşittir,” önermesi bir
bağıntı uyuşmasıdır.
Birlikte varoluş: Burada aynı öznede birlikte varolma ya da birlikte bulunmama
söz konusudur. Bu özellikle cisimlere ilişkindir. Örneğin altın buharlaşmaz,
sarıdır, ağırlıklıdır, eriyebilir dediğimiz zaman birlikte-varolma uyuşmasından söz
etmiş olmaktayız.
Gerçek varoluş: Burada söz konusu olan edimsel gerçek varoluşun herhangi bir
ideyle uyuşmasıdır. Örneğin “ben varım” bu türden bir önermedir. Burada imlenen
şey, öznenin zihnin dışında bir gerçek varoluşunun bulunduğudur.
John Locke'ta Bilginin Dereceleri Problemi
Bilgi tanımları ışığında Locke, bilgilerimizi apaçıklık derecesi
bakımından derecelendirir. Bu derecelendirme ideler arasındaki uyuşma ve
uyuşmamayı algılayışımızın değişik yollarından kaynaklanır. Bu açıdan Locke, üç bilgi derecelendirmesi
belirler: sezgisel, tanıtlamalı ve duyusal bilgi.
Bilgi, ideler arasındaki
uyuşma ya da uyuşmamanın
algılanma yoluna göre üçe
ayrılır; Sezgisel, Tanıtlamalı
ve Duyusal.
Sezgisel (İntuitif) bilgi:
Zihnimiz iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmama
ilişkisini, başka bir ide araya girmeden dolaysız olarak
algılayabiliyorsa, bu türden
bilgiye sezgisel (intuitif) bilgi denir. Burada zihin herhangi bir
inceleme ya da tanıtlama
edimine girmeden doğruyu bir bakışta algılar. Bir karenin üçgen
olmadığını, siyahın beyaz olmadığını böyle aracısız olarak kavrarız.
Bilgi tanımında özdeşlik
ya da başkalık tarzındaki uyuşma ya da uyuşmama biçimi, bu bilgi türünü
tümüyle karşılar. Bu türden bilgilerde doğruluk kuşkuya mahal
bırakmayacak kadar
kesindir.
Tanıtlamalı (demonstratif) bilgi: Bu bilgi derecesinde zihin ideler
arasındaki
uyuşmayı ya da uyuşmamayı algılayabilir ama bu birincideki gibi dolaysız
olmaz.
Burada iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmamayı doğrudan
algılayamayışının
nedeni, zihnin, üzerinde araştırma yapılan ideleri onları birlikte
gösterecek biçimde
bir araya getirememesidir. Zihin bu durumda aradığı uyuşmayı ya da
uyuşmamayı
bulabilmek için bir ya da birkaç idenin aracılığına başvurmak zorunda
kalır.
Yani bir tür uslamlama yapmak zorunda kalır. Bu uslamlama sonucunda
zihin, bir
üçgenin üç açısıyla iki dik açının toplam büyüklükleri arasındaki
uyuşmayı daha
başka açısal hesaplamaların yardımıyla keşfetmiş olur. “Başka herhangi
iki ide arasındaki uyuşmayı göstermeye yarayan bu aracı idelere kanıtlar
denir; uyuşma ya
da uyuşmamanın bu yoldan açık ve seçik olarak algılanmasına da tanıtlama
denir.
Çünkü bu anlığa gösterilmiş ve zihnin onu görmesi sağlanmıştır” (Locke,
1996:
305). Görüldüğü gibi bu yolla kesin bilgi elde etmek kolay değildir ve
başlangıç
olarak beliren bir kuşku durumunun giderilmesinin ardından gelir ve her
adımda
sezgisel apaçıklığın sağlanması gerekir. Sonuç olarak bu bilgi de
sezgisel bilgi gibi
mutlak doğruluk değeri taşır.
Duyusal (sensitif) bilgi: Locke’a göre sezgi ve tanıtlamaya
dayandırılamayan
her şey ne denli güvenle kabul edilmiş olursa olsun ya inanç ya kanı
düzeyinde
kalmak zorundadır. Bir dışsal nesneden aldığımız idenin zihnimizde
bulunduğundan
daha kesin bir şey olamaz ve bu bir sezgisel bilgidir. Ancak, zihnimizde
bulunan
bu yalın idenin zihnimiz dışında gerçek bir karşılığının bulunup
bulunmadığı
kimileri için hep sorun teşkil etmiştir. Çünkü duyular herhangi bir dış
nesne tarafından etkilenmeden de zihinde kimi zaman ideler oluşabildiği
bilinen bir gerçektir.
Ayrıca rüyalarda da zihnimizdeki ideler açık ve nettir ama bunların
zihnimiz dışında nesnel bir karşılığı yoktur.
Şu halde bir şeyin idesini taşıyor olmamız olgusu
o şeyin var olduğunu tanıtlamaz. Bunların var olduğunu ancak üzerimizde
etkide
bulunurken bilebiliriz. Bunun dışında kalan zamanlarda bu varlıkların
bir bilgisine
sahip olduğumuz söylenemez. Deneyim bizi basit tarafından niteliklerden
haberdar
eder. Ama bu nitelikler arasındaki ilişkilerin deneyime dayanarak hiçbir
biçimde
güvencesine sahip değiliz. Biz nesneleri duyularımızla nasıl görüyorsak
öyle algılarız ama tözü asla duyularımızla algılayamayız. Duyularımız
aracılığıyla nesneler
birbirleriyle gerçekten nasıl bağlantılıdır asla bilemeyiz Locke’a göre
sezgisel
bilgi bize varolduğumuzun kesinliğini verir; tanıtlamalı bilgi Tanrı’nın
varolduğunu
kanıtlara dayanarak bildirir ve duyusal bilgi öteki benlerin ve
nesnelerin varolduğunu garanti eder ama sadece onları deneyimlediğimiz
sırada garanti eder.
Onun dışındaki zamanlar için bir şey söylemek güçleşir. Görüldüğü gibi
Locke bütün bilgilerimizin kaynağı olarak duyu deneyimini göstermiş,
ancak mantıksal yapılı bilgiler ve matematik bilgileri dışında mutlak
bilginin bulunamayacağını onaylamak
zorunda kalmıştır.
Toplumsal Sözleşme Nedir?
Locke’a göre, insanlar doğa durumunda da aile ve topluluklar halinde
yaşarlar. Birbirlerinden bağımsız olsalar da, olgusal yaşamda hak ve
özgürlüklerini korumaları kolay değildir çünkü ortak ahlaksal yasaya
boyun eğme yükümlülükleri olsa da herkesin olgusal olarak bu yasaya
boyun eğdiği sonucu çıkmaz. Öyleyse hak ve özgürlüklerin etkili bir
biçimde korunabilmesi için örgütlü bir toplum oluşturmak gerekir. Bu da
bir toplum sözleşmesinden geçer, yani doğal yasayı tanımlayacak ve
çekişmeleri bir karara bağlayacak yazılı bir yasanın olması şarttır.
Doğa durumunda insanların kendilerini savunmaları, haksızlıkları
cezalandırmaları her zaman olanaklı olmayabilir. Bu nedenle çabucak
örgütlü bir topluma doğru itilirler. Şu halde insanların devlet
kurmalarının ve kendilerini hükümet altına koymalarının temel amacı
mülkiyetlerinin korunmasıdır. Fakat insanlar doğal olarak özgür, eşit ve
bağımsız oldukları için kimse öz onayı olmaksızın başkasının politik
gücüne uyruk edilemez. Birinin kendini doğal özgürlüğünden sıyırıp
yurttaş toplumunun bağlarını üstlenmesinin biricik nedeni başka
insanlarla anlaşarak onların arasında rahatlık, güvenlik ve barış içinde
yaşama ve mülkiyet olanaklarından yararlanma hakkına kavuşmaktır. Bu
durumda, insanların politik bir toplum oluşturmak için bir araya
geldiklerinde vazgeçtikleri şey, doğa durumunda kendilerine ait olduğu
biçimiyle, kendi yasama ve yürütme güçleridir. “Çünkü ortak yarar için
gereken türde yasaları yapma konusunda toplumu ya da daha doğrusu belli
bir yasama gücünü yetkili kılmakta ve bu yasaları yürürlüğe koyma,
çiğnendiklerinde ceza uygulama gücünü topluma bırakmaktadır” (Copleston,
1991: 186). Bu şekilde doğa durumundaki özgürlüğünü sınırlamış
olmaktadır. Ama insanlar bu güçlerinden, daha da güvenlikli bir ortamda
özgürlüklerinden yararlanabilmek için vazgeçmektedirler. Çünkü hiçbir
insan durumunun daha da kötüye gideceğini düşünerek sözleşme yapmaz.
Locke’a göre insanlar, devretmeleri gereken hak ve yetkileri, toplumun
çoğunluğuna devredecek biçimde sözleşme yapmalıdırlar. Sözleşme bireyin,
çoğunluğun istencine boyun eğmesini gerektiren bir sözleşme olmalıdır:
ya tüm bireyleri tek tek ikna etmeli ki bu pek çok durumda mümkün
değildir ya da çoğunluğun istenci üstün gelmelidir. Locke, çoğunluğun
topluluğu temsil etme hakkının kendiliğinden açık olduğunu düşünüyordu.
Ona göre mutlak monarşi, yurttaş toplumu ile bağdaşmaz bir yapıdadır ve
yurttaş hükümeti biçimi olamaz. Locke’un açıklamalarından Hobbes’dan
farklı olarak birbirini izleyen iki sözleşme fikri doğar. Öncelikle doğa
durumundan çıkarak yurttaş toplumuna geçmek için bireysel istençlerini
toplumun istencine bağlamaları ve toplumun tüm olarak yönetimde
bulunmasının olanaksızlığı nedeniyle yönetim erkini çoğunluğun istencine
bırakmaları dır. Bu şekilde kurulan hükümet yurttaş toplumunun temel hak
ve özgürlüklerini korumak, toplumun refahı için her yönden çalışmak
zorundadır. Eğer hükumet asli görevlerini yerine getiremezse toplum
tarafından düşürülüp yerine yenisi getirilir. Bu çoğunluk idaresinde en
yüksek egemen güç, yasama erkidir. Çıkarılan yasaları uygulamak yürütme
erkine, anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer. Yasama erki
değiştirilirse hükümet de değiştirilmiş sayılır. Görüldüğü gibi,
Locke’un yönetim modelinde en yüksek egemen güç Hobbes’daki gibi mutlak
monarkın istenci değil, yasanın gücüdür.
Özetle;
Empirizmin kurucusu sayılan Locke, doğuştan ideler
fikrine karşı çıkmış, zihnimizdeki her tür idenin
duyu verilerinden türediğini savunmuştur. İnsan
zihni başlangıçta bir boş kâğıttır. Bu kâğıt dış cisimlerden
edinilen duyu verileriyle dolmaya başlar ve
böylece duyumun basit ve ideleri ortaya çıkar. Zihin
bu basit ideleri çeşitli şekillerde işleyip bir araya
getirerek karmaşık idelere ulaşır. Ayrıca duyumdan
edinilenler üzerine yapılan içsel duyum ve işlemler,
düşünümün ideleri dediğimiz şeyleri doğurur. Cisim
idesi de böyle karmaşık bir idedir. Bu ideyi
meydana getiren ideler cismin nitelikleri olurlar ki,
bunlar da birincil ve ikincil diye ikiye ayrılır. Töz
idesi ise tüm bu özelliklerin taşıyıcısı olarak kabul
edilen idedir. Cisimsel tözler dışında, zihinsel idelerin
taşıyıcısı olan bir tinsel tözü de kabul eder. Tanrı
da böyle karmaşık bir idedir. Bilgi de bu ideler
arasındaki ilişkilerden doğar ve ideler arası uyuşumun
ya da uyuşmazlığın algılanma biçimine göre
üç dereceye ayrılır; sezgisel, tanıtlamalı ve duyusal.
Locke’a göre ahlak da matematik gibi tanıtlamaya
elverişlidir çünkü ahlaksal yargıların karşılık geldikleri
cisimlerin özleri bilinebilir. İyi ve kötü, haz
ve acıdan ya da bizde haz ve acıya yol açan şeyden
ve istençli eylemlerimizin etik yasalarla uyuşup
uyuşmamasından başkası değildir. Üç çeşit yasa
vardır: 1. Kutsal yasa, 2. yurttaşlık yasası, 3. Ahlak
yasası. İnsanın doğal durumu herkesin herkese
karşı savaşı değil, özgürlük durumudur ama bu
durumu yöneten bir doğa yasası vardır. Bu yasa
aklın yasasıdır; insana eşit ve bağımsız olduğunu
öğretir. İnsanların doğuştan sahip oldukları doğal
haklar, kendini koruma ve yaşamını savunma hakkı,
özgür olma hakkı ve mülkiyet hakkıdır. İnsanlar
doğal olarak özgür oldukları için kimse öz onayı
olmaksızın başkasının politik gücüne uyruk edilemez.
Fakat insanlar haklarından daha güvenli bir
ortam kurmak için vazgeçer ve bazı hak ve yetkilerini
toplumun çoğunluğuna devredecek biçimde
sözleşirler. Böylece doğa durumundan çıkarak
yurttaş toplumuna geçmek için bireysel istençlerini
toplumun istencine bağlarlar. Bu şekilde kurulan
hükümet toplumunun hak ve özgürlüklerini
korumak, refahı için çalışmak zorundadır. Çıkarı-
lan yasaları uygulamak yürütme erkine ve anlaşmazlıkları gidermek yargı erkine düşer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder